Jajda – Svetla Tsotsorkova (2015)

“Saçımdaki, karınızın tokası; onu babamın yatağında buldum”

İzole bir tepede yaşayan ve geçimlerini otellerin çamaşırlarını yıkayarak sağlayan anne, baba ve genç oğullarından oluşan bir ailenin, yöredeki susuzluk nedeni ile sondajla su arayan bir adam ve kızının gelişleri ile değişen hayatlarının hikâyesi.

Senaryosunu Svetoslav Ovtcharov, Svetla Tsotsorkova ve Ventsislav Vasilev’in birlikte yazdıkları, yönetmenliğini Tsotsorkova’nın üstlendiği, Bulgaristan yapımı bir film. Yönetmeninin ilk ve şimdilik son uzun metrajlı çalışması olan film, beş ana karakterinin her birine özenli ve derin yaklaşımı, görsel bir zarafet, sükunet ve doğallık içeren sineması ve oyuncularının sade ve gerçekçi performansları ile başarılı bir ilk çalışma. En önemli başarısı, izole ve sakin bir hayat süren ailenin gelen iki kişi ile değişen ve etkilenen hayatlarını zorlama dramatizasyonlara başvurmadan ve sade ama etkileyici bir dille anlatması olan film, zaman zaman minimal görünen tercihleri ve her sinema seyircisinin aradığı “büyük”lüğü taşımaması ile belki herkese göre değil ama görülmeyi hak eden bir çalışma kesinlikle. Susuzluğun hem toprakları hem insanları “kurutabileceğini” anlatan film “olaysız”lığı ile seyirciden belli bir çaba beklese de tadına varabilecekler için keyifli bir sinema eseri.

Tüm gününü otellerden getirilen çamaşırları yıkayarak ve ütüleyerek geçiren, arada evin işlerini de halleden bir kadın, her şeyi tamir edebilen ve tüm zamanını da bununla oyalanarak geçiren kocası ve on altı yaşındaki genç oğulları. Zamanda durmuş gibi görünen ve zaten izole bir köyün de dışında bir tepede, eski bir evde yaşayan bir aile var karşımızda. Rutin giden hayatları, su sıkıntısına çare olarak çağrılan ve çatal bir ağaç çubukla yerini tespit ettikleri suyu kuyu açarak çıkaran bir baba ve kızının gelişi ile değişiyor. Hikâye basit, yönetmenin çalışması da öyle. Bu basitliği (ama kesinlikle çekici bir basitlik bu) görsel yönden etkileyici bir sadelik ile anlatıyor film bize ve bunu yaparken beş ana karakterinin her birine hak ettikleri zamanı veriyor ve her birini güçlü ve zayıf yönleri ile tanımamızı sağlıyor. Burada oyuncuların çok ciddi bir katkısı var elbette. Beş oyuncu da (Anne rolünde Svetla Yancheva, eşini oynayan Ivaylo Hristov, oğullarını canlandıran Alexander Benev, kuyucu adamı oynayan Vassil Mihajlov ve genç kızı rolündeki Monika Naydenova) sade ve doğal oyunları ile müthiş gerçekçi portreler çiziyorlar rollerinde ve filmin seyir düzeyini yükseltiyorlar. Senaryonun onlara sağladığı doğal diyaloglar ve sessizlik anlarını çok akıllıca kullanıyor tüm oyuncular ve karakterlerini elle tutulur hâle getirdikleri gibi ne hissetiklerini ve ne düşündüklerini de umursamasını sağlıyorlar seyircinin.

Fazla bir şey olmuyor filmde, belki bir tek final bir “olay” sunuyor seyirciye. Karakterler arasında gerilimler, cinsel çekimler hikâye boyunca sergileniyor ve hatta bir fırtına sahnesi bile var filmin; ne var ki bu olaylar seyircinin alıştığı türden sinemasal olaylar değil. Hikâyelerine tanık olduğumuz karakterlerin gerçekten de yaşadıklarını düşüneceğiniz kadar doğal, “sıradan” olaylar bunlar. İlk öpüşme, aldatma, cinsel gerilim, terk edilen binanın camlarına atılan taşlar ve evin önünde rüzgârda kurumaya bırakılan uçuşan çarşafların görüntüsü… Vesselin Hristov’un aydınlık ve zarif görüntüleri eşliğinde bunları gözlerimizin önüne getiren film bundan daha fazlasını vaat etmiyor seyirciye ve Hristo Namliev’in dokunaklı küçük melodileri eşliğinde bu vaadini tadını çıkarmaya hazır olanlar için fazlası ile yerine getiriyor.

Mekan ciddi bir avantaj sağlıyor filme ve yönetmen Svetla Tsotsorkova has bir sinemacıdan beklenecek bir beceri ile terk edilmiş büyük bir binayı ve yine terk edilmiş bir kiliseyi, evin etrafındaki geniş çayırı ve iç mekanları başarı ile hikâyesinin parçası yapıyor. Rüzgârda uçuşan beyaz çarşafların görüntüsü postansiyel olarak bir görsel çekiciliğe sahip bir “klişe” zaten ama film işte bu fazla tanıdık görüntüyü karakterlerin izole yaşamının, adeta hafif bir gerçeküstücü atmosferin ve özgürlüklerini arayanların ellerinin kollarının bağlanmışlığının sembolü olarak kullanıyor belki de ve bu tanıdıklıktan orijinal bir görüntü çıkarmayı başarıyor. Aile olmak, babalık gibi temalar üzerinden de okunmaya açık olan hikâyenin ilginç bir yanı da yönetmenin beş karakterin birbirlerine ve diğer başka şeylere bakışları aracılığı ile de ilginç anlar üretebilmiş olması. Bu bakışlar bazen adı koyulmayan bir özlemi, bir arayışı veya bir gerilimi ifade ediyor ve filmin kimi sessiz anları daha da anlamlı oluyor onlar aracılığı ile. Pek çok eleştirmenin işaret ettiği ve yönetmenin de onayladığı bir Çehov havası var filmin ki daha açılışta bir ağaçta oturan babanın göründüğü andan başlayarak sık sık hissediyorsunuz bu havayı. Karakterlerin bir isminin olmadığı ve bu anlamda sembolik bir masal havasını pekiştiren film hem doğanın hem insanların susamışlığını çekici bir şekilde anlatıyor bize. Bulgaristan’ın bir köyünde geçen bir Çehov hikâyesi, yalın bir şiir bu ve sinemada başkalarının görkemli hayatlarını değil “kendini” seyretmek isteyenler için ideal.

(“Thirst” – “Susuzluk”)

(Visited 108 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir