Jess + Moss – Clay Jeter (2011)

“Komik; bir şeyi her gün gördüğünde o kadar yavaş değişiyor ki… ama yine de değişiyor. Her şey daha kötüye gidiyor”

Biri annesi tarafından terk edilen, diğeri çok küçükken ebeveynlerini araba kazasında kaybetmiş bir genç kız ve bir erkek çocuğun arkadaşlıklarının hikâyesi.

ABD’li yönetmen Clay Jeter’in ilk uzun metrajlı filmi. Hemen tamamen sadece iki genç oyuncusunun görüntüye geldiği ve bu iki karakterin yaz tatilindeki aylak günlerini karşımıza getiren film kahramanlarının gençliğinin uçarılığını yansıtan bir havaya sahip olsa da nerede ise elle tutulur bir hüzün de içeriyor. “Olmayan” hikâyesi, parçalı anlatımı ve sıradan ama can alıcı görünebilecek diyalogları ile ortalama seyircinin pek ısınamayacağı bir film kesinlikle ama şiirsel havası, sıcak yaz günlerinin aylaklığını ve hatırlanmaya çalışılan/unutul(a)mayan geçmişin trajedisini sergilemesi ile bu film özellikle bağımsız sinemadan hoşlananların keyif alacağı bir çalışma.

Biri çocuk, biri genç iki insanın kahramanı olduğu bir hikâyenin finali dışında geleceğe veya bugüne değil nerede ise sadece geçmişe odaklı bir içeriği olması başlıbaşına hayli ilginç. Teyplerde çalınan ve gidenlerden geride kalmış ses kasetleri geçmişin izlerini bugüne taşıyor sürekli olarak hikâye boyunca. Ortalama bir sinema filminde büyük sözlerin, tavsiyelerin veya itirafların yer alacağı bu kasetlerde burada sadece sıradan hatta ne söyleyeceğini tam bilemeyen bir insanın öylesine ağzından çıkmış sözler var. Çocuğun sürekli dinlediği ve “mega hafıza” adındaki kişisel gelişim yönteminin ses kasetleri ise onun hatırlayamayacağı kadar küçük olduğu geçmişten bir takım anları hatırlamaya veya yeniden yaratmaya çalışmasının, bir başka deyişle geçmişi inşa etmeyi denemesinin aracı oluyor. Sadece ses kayıtları değil geçmişi bu karakterlerin bugününe taşıyan. İç ve dış bölümleri oldukça etkileyici bir biçimde tasarlanmış terkedilmiş ev veya her tarafı yosun tutmuş kuyu gibi öğeler kahramanlarımızın hayatlarını sürekli geçmiş üzerinden üretmelerine aracılık ediyor. Özetle iki çocuğu/genci anlatan bir filmin nerede ise nostaljik bir biçim ve içeriğe sahip olması filmin etkileyici olmasını sağlıyor.

İki karakterin arasındaki dostluğun, çatışmaların, küsmelerin vs. akıl dolu görüntüler eşliğinde sergilendiği film başta Debbie Reynolds’ın seslendirdiği ve sık sık tekrarlanan “Tammy’s in Love” olmak üzere şarkılarından ve Will Basanta’nın (yönetmenin kendisi de kimi sahnelerin görüntü yönetmenliğini üstlenmiş) çarpıcı görüntü çalışmasından da sıkı destek almış. Kimi zaman grenleri ile oynanan kareler, zaman zaman dozu kaçsa da genel olarak hayli “güzel” olan görüntüler filmin şiirsel havasına katkıda bulunmuş açıkçası. Benzer bir katkı da Isaac Hagy’nin kurgusundan geliyor. Bir hikâyesi olmayan ve genel olarak nerede ise sadece görsel atmosferine dayanan bir filmde bu görüntülerin doğru kurgulanması çok önemli ve o derece de zor ama Hagy bunun altından başarı ile kalkmasını bilmiş.

İki karakterin sıcak bir yaz gününde toprak yolda ayaklarını sürterek yürüdükleri ve çıkan tozu umursamadıkları sahnenin gençliğin o aylak havasını perdeye taşıdığını ve sık sık tekrarlanan bisikletle gezi sahnesinin de gençliğin uçarılığının altını çizdiğini söylemek gerek. Yine sık sık çocuğun genç kıza tekrarlattığı kaza gecesi hikâyesi de filmin üzerinden hiç eksik olmayan hüzünlü havasını elle tutulur kılıyor. Atmosferini belki düşsel olarak nitelendirmemizin daha doğru olacağı film terkedilmenin trajedisini karşımıza getirmesi ile bile kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Özellikle ekonomik olduğu kadar vuruculuğu ile dikkat çeken finali ise filme müthiş bir kapanış sağlıyor. Geçmişin hayaletlerinden kaçıp dostluğa sığınan iki karakteri anlatan film o küçük ama etkileyici çalışmalardan özet olarak.