“Nasıl oluyor da yetişkinsin ama karın yok”
Annesi ile yaşayan, 40’lı yaşlardaki bekâr ve iri yarı bir adamın rutin hayatının tanıştığı bir kadın nedeni ile değişmesinin hikâyesi.
Dagur Kári’nin yazdığı ve yönettiği bir İzlanda ve Danimarka ortak yapımı. Kilosu, etrafındakilerden uzak durması ve aşksızlığı ile pek de çekici bir hayatı olmayan bir adamın bu romantik komedi havasında ilerleyen ama seyirciyi olumlu anlamda şaşırtacak bir şekilde başka sulara açılan hikâyesi sinemanın son dönemdeki en gerçekçi ve umut veren çalışmalarından biri. Öykünün kahramanını canlandıran Gunnar Jónsson’un kendi yaşamını canlandırırcasına sade ve inandırıcılığı yüksek bir performans sunduğu film, insanların kendilerinin ve başkalarının hayatlarını değiştirebilme güçleri üzerine ince ve dokunaklı bir yapıt.
Bir havaalanının yer hizmetlerinde bagaj yükleme ve indirme işlerinde çalışmaktadır Fúsi. Hayli kiloludur, bekârdır ve bir sevgilisi olan annesi ile birlikte yaşamaktadır. İş arkadaşlarının zorbalığa varan alaylarına aldırış etmez; hep aynı restoranda aynı yemeği yer tek başına, sunucusu ile samimi olacak kadar uzun bir süredir takip ettiği radyo programından metal şarkılar için istekte bulunur ve tek hobisi evindeki koca bir masa üzerinde kurulu olan bir savaş alanı modeli (2. Dünya Savaşı’nda Mısır’ın El-Alameyn şehrindeki muharebe alanının modelidir bu) ile oynamaktır. Annesinin ve sevgilisinin ona doğum günü hediyesi olarak verdikleri bir dans kursu çeki bu dev adamın hayatını ve belki başkalarınınkini de değiştirecektir. Seyrettiğimiz hikâye temel olarak bu ve Hollywood’un defalarca anlattığı türden bir romantik komedi için de hayli uygun; zaten Dagur Kári’nin senaryosu da böyle ilerliyor başta. Fiziksel olarak “yeterince çekici olmayan” ve mutlulukla ilgili bir umudu olmayan bir karakterin aşkı bulması, örneğin Delbert Mann’ın 1955 tarihli “Marty” adlı filminde güçlü bir biçimde ve dram ile romantizmin karışımı bir öykü ile anlatılmıştı ve ortaya Amerikan sinemasının klasiklerinden biri çıkmıştı. Kári’nin öyküsü ise alışılageldiğimiz türden başlıyor ama sonradan saptığı yollarla kolay olanı değil, zor ve doğru olanı seçerek ilerliyor. İri yarı cüssesi ile çelişir gibi görünen saf yüreği ile Fúsi’nin karşısına çıkan “fırsat” ve hikâye boyunca karşı karşıya kalacağı güçlükleri romantizmin (ya da romantik komedinin) kalıpları ile oynayarak oldukça gerçekçi bir şekilde anlatıyor film.
Annesi ve sevgilisinin kendi özel alanlarına sahip olabilmek için onun evden uzaklaşmasını istemeleri, annesi ile adamı uygunsuz bir hâlde görmesi ve iş yerindeki arkadaşlarının hayli ağır alayları vs. kahramanımızı pek de etkilemiyor; karşılaştığı her türlü olumsuz muameleyi sessizlikle ve aldırış etmeyerek karşılıyor Fúsi. Komşunun kendisi gibi yalnız olan küçük kızının dürüst ve saf yaklaşımına verdiği yanıt onun ne kadar kendi hâlinde ve saf bir insan olduğunun iyi bir kanıtı ama dünya onun gibilerinin rahat bırakıldığı bir yer değildir ne yazık ki. Zoraki gittiği dans kursunda tanıştığı kadının güçlü karakteri onu hemen etkisi altına alır ama hikâye bu andan itibaren akılcı ve orijinal bir biçimde yön değiştirir ve filmin de asıl çekicilik kaynaklarından birini yaratır. Kahramanımızın Slayer’ın “Bloodline” şarkısından Dolly Parton ve Kenny Rogers’ın “Island in the Stream”ine geçişi hiç de kolay değildir elbette ve Dagur Kári kahramanına saygı ve zarafet dolu bir yaklaşımı hiç ihmal etmeden anlatıyor onun hayatındaki değişikliği. Bu bağlamda final ayrıca önemli ve etkileyici; alınan/alınabilen karar hikâyenin inandırıcılığı güçlü umutlu havasının en önemli kaynağı. Öyle ki içerdiği dramlara, mutsuzluklara rağmen yaşama sıkı sıkıya sarılmanızı sağlamanızı sağlıyor film ve iyiliğin/güzelliğin sonucu ne olursa olsun tek doğru olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.
Dagur Kári ve Orri Jónsson’un oluşturduğu Slowblow grubunun ve Karsten Fundal’ın imzasını taşıyan müziklerinin öykünün melodramatik sadeliğine uygun havaları taşıdığı filmde Fúsi’yi oynayan Gunnar Jónsson’un sade performansı göz yaşartacak bir güzelliğe sahip. Onun Billy Ray Cyrus’ın “Achy Breaky Heart”ı ile attığı dans adımlarına fark etmeden eşlik etmenize yol açacak kadar sahici bir oyun çıkarıyor Jónsson. Tüm yan kadronun işlerini ustaca yapmış göründüğü filmde, Sjöfn rolündeki Ilmur Kristjánsdóttir hikâyedeki öneminin de yardımı ile öne çıkıyor ve hayli zor bir rolün altından ustalıkla ve gerçekçiliği sonuna kadar hissettirerek kalkıyor kesinlikle. Belki de oyuncuların performansındaki yalınlığın filmin diğer tüm unsurlarında da tekrarlanıyor olmasının yarattığı bütünsel hava ve yakalanan uyum seyrettiğimiz hikâyenin tüm alçak gönüllülüğüne rağmen (ya da onun da katkısı ile) bu derece güçlü bir etki yaratmasını sağlıyor. Yönetmenin hüzünün kendisini hep hissettirdiği hikâyeyi yüzümüze çarpmaya gerek duymadığı, kendi mizansen becerisini sergilemek için aşırı ve rahatsız edici çabalara girişmediği ve dürüst bir öykü anlattığına bizi ikna ettiği türden filmlerden hoşlananlar için küçük, sıcak ve güçlü bir yapıt bu ve dünyayı ancak iyilik ve güzelliğin kurtarabileceğini hatırlatması ile de hayli önemli.
(“Virgin Mountain” – “Bâkir Dev”)