Fúsi – Dagur Kári (2015)

“Nasıl oluyor da yetişkinsin ama karın yok”

Annesi ile yaşayan, 40’lı yaşlardaki bekâr ve iri yarı bir adamın rutin hayatının tanıştığı bir kadın nedeni ile değişmesinin hikâyesi.

Dagur Kári’nin yazdığı ve yönettiği bir İzlanda ve Danimarka ortak yapımı. Kilosu, etrafındakilerden uzak durması ve aşksızlığı ile pek de çekici bir hayatı olmayan bir adamın bu romantik komedi havasında ilerleyen ama seyirciyi olumlu anlamda şaşırtacak bir şekilde başka sulara açılan hikâyesi sinemanın son dönemdeki en gerçekçi ve umut veren çalışmalarından biri. Öykünün kahramanını canlandıran Gunnar Jónsson’un kendi yaşamını canlandırırcasına sade ve inandırıcılığı yüksek bir performans sunduğu film, insanların kendilerinin ve başkalarının hayatlarını değiştirebilme güçleri üzerine ince ve dokunaklı bir yapıt.

Bir havaalanının yer hizmetlerinde bagaj yükleme ve indirme işlerinde çalışmaktadır Fúsi. Hayli kiloludur, bekârdır ve bir sevgilisi olan annesi ile birlikte yaşamaktadır. İş arkadaşlarının zorbalığa varan alaylarına aldırış etmez; hep aynı restoranda aynı yemeği yer tek başına, sunucusu ile samimi olacak kadar uzun bir süredir takip ettiği radyo programından metal şarkılar için istekte bulunur ve tek hobisi evindeki koca bir masa üzerinde kurulu olan bir savaş alanı modeli (2. Dünya Savaşı’nda Mısır’ın El-Alameyn şehrindeki muharebe alanının modelidir bu) ile oynamaktır. Annesinin ve sevgilisinin ona doğum günü hediyesi olarak verdikleri bir dans kursu çeki bu dev adamın hayatını ve belki başkalarınınkini de değiştirecektir. Seyrettiğimiz hikâye temel olarak bu ve Hollywood’un defalarca anlattığı türden bir romantik komedi için de hayli uygun; zaten Dagur Kári’nin senaryosu da böyle ilerliyor başta. Fiziksel olarak “yeterince çekici olmayan” ve mutlulukla ilgili bir umudu olmayan bir karakterin aşkı bulması, örneğin Delbert Mann’ın 1955 tarihli “Marty” adlı filminde güçlü bir biçimde ve dram ile romantizmin karışımı bir öykü ile anlatılmıştı ve ortaya Amerikan sinemasının klasiklerinden biri çıkmıştı. Kári’nin öyküsü ise alışılageldiğimiz türden başlıyor ama sonradan saptığı yollarla kolay olanı değil, zor ve doğru olanı seçerek ilerliyor. İri yarı cüssesi ile çelişir gibi görünen saf yüreği ile Fúsi’nin karşısına çıkan “fırsat” ve hikâye boyunca karşı karşıya kalacağı güçlükleri romantizmin (ya da romantik komedinin) kalıpları ile oynayarak oldukça gerçekçi bir şekilde anlatıyor film.

Annesi ve sevgilisinin kendi özel alanlarına sahip olabilmek için onun evden uzaklaşmasını istemeleri, annesi ile adamı uygunsuz bir hâlde görmesi ve iş yerindeki arkadaşlarının hayli ağır alayları vs. kahramanımızı pek de etkilemiyor; karşılaştığı her türlü olumsuz muameleyi sessizlikle ve aldırış etmeyerek karşılıyor Fúsi. Komşunun kendisi gibi yalnız olan küçük kızının dürüst ve saf yaklaşımına verdiği yanıt onun ne kadar kendi hâlinde ve saf bir insan olduğunun iyi bir kanıtı ama dünya onun gibilerinin rahat bırakıldığı bir yer değildir ne yazık ki. Zoraki gittiği dans kursunda tanıştığı kadının güçlü karakteri onu hemen etkisi altına alır ama hikâye bu andan itibaren akılcı ve orijinal bir biçimde yön değiştirir ve filmin de asıl çekicilik kaynaklarından birini yaratır. Kahramanımızın Slayer’ın “Bloodline” şarkısından Dolly Parton ve Kenny Rogers’ın “Island in the Stream”ine geçişi hiç de kolay değildir elbette ve Dagur Kári kahramanına saygı ve zarafet dolu bir yaklaşımı hiç ihmal etmeden anlatıyor onun hayatındaki değişikliği. Bu bağlamda final ayrıca önemli ve etkileyici; alınan/alınabilen karar hikâyenin inandırıcılığı güçlü umutlu havasının en önemli kaynağı. Öyle ki içerdiği dramlara, mutsuzluklara rağmen yaşama sıkı sıkıya sarılmanızı sağlamanızı sağlıyor film ve iyiliğin/güzelliğin sonucu ne olursa olsun tek doğru olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Dagur Kári ve Orri Jónsson’un oluşturduğu Slowblow grubunun ve Karsten Fundal’ın imzasını taşıyan müziklerinin öykünün melodramatik sadeliğine uygun havaları taşıdığı filmde Fúsi’yi oynayan Gunnar Jónsson’un sade performansı göz yaşartacak bir güzelliğe sahip. Onun Billy Ray Cyrus’ın “Achy Breaky Heart”ı ile attığı dans adımlarına fark etmeden eşlik etmenize yol açacak kadar sahici bir oyun çıkarıyor Jónsson. Tüm yan kadronun işlerini ustaca yapmış göründüğü filmde, Sjöfn rolündeki Ilmur Kristjánsdóttir hikâyedeki öneminin de yardımı ile öne çıkıyor ve hayli zor bir rolün altından ustalıkla ve gerçekçiliği sonuna kadar hissettirerek kalkıyor kesinlikle. Belki de oyuncuların performansındaki yalınlığın filmin diğer tüm unsurlarında da tekrarlanıyor olmasının yarattığı bütünsel hava ve yakalanan uyum seyrettiğimiz hikâyenin tüm alçak gönüllülüğüne rağmen (ya da onun da katkısı ile) bu derece güçlü bir etki yaratmasını sağlıyor. Yönetmenin hüzünün kendisini hep hissettirdiği hikâyeyi yüzümüze çarpmaya gerek duymadığı, kendi mizansen becerisini sergilemek için aşırı ve rahatsız edici çabalara girişmediği ve dürüst bir öykü anlattığına bizi ikna ettiği türden filmlerden hoşlananlar için küçük, sıcak ve güçlü bir yapıt bu ve dünyayı ancak iyilik ve güzelliğin kurtarabileceğini hatırlatması ile de hayli önemli.

(“Virgin Mountain” – “Bâkir Dev”)

The Good Heart – Dagur Kári (2009)

“Bar kadınlara göre bir yer değildir. Onların yeri kafe ve pastanelerdir. Barlar bizim alanımızdır”

Bir bar sahibinin ve ölümünden sonra barını çalıştırması için himayesine aldığı evsiz gencin hikâyesi.

İzlandalı yönetmen Dagur Kári’den önceki filmlerinin başarısının gölgesinde kalan bir çalışma. Çıkış yolu bulmaya çalışan gençlerin hikâyesini anlatmayı seven yönetmenin bu çalışmasında hikâye bu kez sadece gence değil ve hatta ondan da ağırlıklı olarak barın sahibi yaşlı adama odaklanıyor. Filme de adını veren gencin iyi yüreği ile yaşlı adamın hainliğe varan huysuzluğunun karşılıklı değişimini anlatmaya soyunan film bunu hedeflediği kadar etkili bir şekilde yapamıyor ne yazık ki.

Senaryonun temel sorunu hikâyedeki geçişleri yeterince iyi yapamaması ve olayların gelişimini havada bırakması zaman zaman. Yaşlı adamın neden özellikle bu genci seçtiği veya şiddetli tepki gösterdiği kadını daha sonra kolaylıkla benimsemesi gerekçeleri ile aktarılamayınca seyircinin filme ısınması da zor oluyor. Filmin sonlarındaki sert trajedi ise her ne kadar finaldeki yumuşak ve mutlu sonu hazırlasa da seyirciyi çok hazırlıksız yakalıyor ve bu durum bir çeşit aldatılmışlık hissi yaratıyor seyredende. Bu seçim filme gereksiz bir melodram/trajedi havası veriyor ki ne filmin öncesindeki sakin ve durağan anlatım ne de hikâyenin o ana kadarki gelişimi bu tercihi anlaşılır kılabiliyor.

Hemen tamamı ile New York’ta geçen filmde senaryo yaşlı adamın barı ile ilgili katı kurallarını, değişime gösterdiği direnci ve normal dünyaya uyumsuzluğunu vurgulamak adına olsa gerek pek çok tuhaf karaktere de yer veriyor hikâyesi boyunca. Örneğin berber ve terzi karakterleri sanki artık var olmayan ve hatta gerçeküstü bir dünyadan düşmüş gibiler. Bardaki tüm müşteriler de barın dışındaki dünya ile hiç uyum gösterememiş/gösteremeyecek karakterleri ile filmin bu tuhaf havasını artırıyorlar. Hasta yatağında yaptığı ve sevgisizliğinin ve huysuzluğunun dışavurumunun göstergesi olan konuşması ile yaşlı adamı ve sahip olduğu her şeyi rahatça paylaşabilen ve tam bir saf ve temiz yürek timsali olan genç adamı bir araya getirenin ne olduğu bir yana burada filmin en başarılı olduğu konu genç adamın herkes gibi olmaya başlaması ile ortaya çıkan hüznü gösterebilmesi. Hastalığı ciddi noktalara varan yaşlı adamın (pek de inandırıcı aktarılamayan bir biçimde) yumuşamaya başlamasına paralel olarak gencin sertleşmeye başlaması filme ihtiyacı olan çekiciliği veren en başarılı sahnelere kaynaklık ediyor.

Görüntüleri ile oldukça karanlık bir havası olan film finalde parlak Dominik güneşi ile aydınlık bir kapanış yapıyor ama bu aydınlık havanın gerçekleşmesi için “ödenen bedel” ağzınızda gereksiz bir acı ve sert tat bırakabilir. İki baş oyuncusunun uyumlu oyunu, atmosfere uygun müzikleri, yüreğini mutluluğa/sevgiye açmanın gerekliliği ve ince anlatımı ile yine de ilgi çekebilecek bir film bu. Dünyaya uyum sağlayamayan iki insandan birinin diğerine benzeyerek mutlu sona ulaştığı, diğerinin ise dünyanın iyi yüreklere tahammülü olmadığını gösteren sonu ile ilgiyi hak ediyor özetle.

(“Det Gode Hjerte” – “İyi Yürek”)