“Sonsuza kadar aynı kalamazsın”
Küçük çapılı tefecilik yapan bir adam, bir fahişeden olan bebeği ve yalnız bir kadının hikâyesi.
Birlikte çalışan Perulu kardeş sinemacılar Daniel ve Diego Vega Vidal bu ilk sinema filmlerini hem yazmış hem yönetmişler. Hayatını tefecilik işlemleri ile genelev ziyaretleri arasında sürdüren orta yaşlı yalnız bir erkeğin bebeğin bakımı nedeni ile hayatına giren, yine yalnız ama adamın aksine bunu değiştirmeye kararlı kadınla olan zorunlu ortak hayatını sakin oynanmış ve yönetilmiş, hafif ve hoş bir mizahı da olan hikâyesi ile anlatıyor film. Kimi küçük yan hikâyeleri ile de ilgi çekme potansiyeli taşıyan film, sakinliği ile herkese göre değil belki ama samimi sıcaklığını hissedenler için hayli keyif verici olmayı başarıyor çoğunlukla.
Vega Vidal kardeşlerin en büyük başarısı, adeta özel bir çaba içine girmeden filmlerini çekici kılabilmeleri. Filmin hemen tüm öğelerinde bu sadelik ve kendiliğindenlik hâkim. Örneğin başroldeki Bruno Odar nerede ise hiç değişmeyen bir yüz ifadesi ile oynamasına rağmen, doğallığı ve sıcaklığı ile filmin en büyük kozlarından biri oluyor. Özellikle onun içinde bulunduğu küçük mizah anları (örneğin sahte paradan kurtulma çabaları) Odar’ın “duygusuz” oyunu sayesinde tatlı bir çelişki yaratıyor ki filme ihtiyacı olduğu enerjiyi çoğunlukla sağlıyor bu durum, her zaman olmasa da. Diğer oyuncular da onun bu sade performansının benzerlerini sergilerken, yalın bir kara mizah yaratıyorlar zaman zaman ve komedi oynamadan bir mizah duygusu yaratmayı başarıyorlar. Yönetmenlerin kamera tercihleri de hemen hiç teknik oyunlara girişmeden, sakin bir dil ile olan biteni anlatmak yönünde bize ki çok da bir şey olmuyor aslında hikâye boyunca. Ve kamera Lima sokaklarından veya iç mekanlardan manzaralar getirirken karşımıza, hep bir yoksulluğun izlerini taşıyor görüntüye. Tefecimizin kendisi de pek zengin görünümlü bir evde oturmuyor; aksine evin her tarafı dökülüyor gibi. Borç almak için karşısına gelen “küçük” insanlar da hep o yoksulluğun birer parçası gibiler.
Film bu yoksulluğun ortasında kurduğu izole hayatı (bu hayatın tek renklendiği anlar düzenli genelev ziyaretleri gibi görünüyor) korumak isteyen adamla, kendi yalnızlığından kurtulmak için bebek bakıcılığını bir aile kurmanın yolu olarak kullanmaya çalışan kadının çatışması üzerinden de çekicilik yaratıyor seyirci için. Ne var ki diğer kimi öğelerde olduğu gibi burada da fazlası ile çekingen davranıyor hikâye ve yeterince değerlendirmiyor bu çatışmayı. Filmin sadeliğine halel getirmeden çok daha fazla üzerine gidebilirmiş bu türden çatışmaların yönetmenler ve gitmeliymişler de açıkçası. Evet, filmin bir “bastırılmış” mizahı var ve bu bastırılmışlık hali mizahın hem beklenmedik hem de doğal görünmesini sağlayarak (örneğin adamın bebeğin annesini ararken taksi şöförü ile yaşadıkları) hikâyeyi zenginleştiriyor ama bir parça daha dinamizm çok iyi gelirmiş filme açıkçası. Hiç beklemediği anda bir bebekle baş başa kalan bir adamın hikâyesi üzerinden çok fazla yüzeysel mizah üretilebilir (ve Amerikan sineması sağolsun, üretmiştir de) ama, bu yüzeysellikten kaçınmanın alternatifi “popüler” olandan bu denli çok kaçmak da olmamalıydı sanki.
Adını Peru’daki en büyük katolik ayinlerden biri olan “Señor de los Milagros de Nazarenas”un Ekim ayında düzenlenmesinden alan filmde bildiğimiz anlamda bir mucize yok, eğer hikâyenin başında birbirini tanımayan bir erkek, bir kadın ve bir adamın bir aile olma ihtimalini mucizeden saymazsak. Ama unutmamalı ki filmin her öğesi gibi mucizesi de “küçük”! Herhangi bir duygusal yakınlığa istekli olmayan ve bunu becerebilecek gibi de görünmeyen bir adamı bir ilişkinin parçası yapabilmek de mucize sayılabilir bir bakıma. Filmin yan hikâyeleri de ana hikâye ile benzer bir havada (küçük insanların sakin bir mizah ile örülü küçük hayatları) ilerlerken kimi hoş anların da oluşmasına yol açıyor. Sahte paranın yanısıra, yaşlı bir adamın kendisi gibi yaşlı sevgilisini, son günlerini evde geçirmesi için hastaneden kaçırmayı planlaması gibi yan hikâyeler hep iki kardeş sinemacının karakterlerine yargılamadan ve sevgi ile yaklaşmalarının sonucu olan bir gerçeklik ve sıcaklık ile geliyorlar karşımıza.
Katolik festivalinden görüntülere neden tanık olduğumuzu veya kadının bu ayinlerde gösterilmesinin nedenini pek de açık etmeyen filmin kapanış sahnesinde bu töreni etkileyici bir biçimde kullandığını söylemek gerek yine de. Yeterince güçlü olmasa da kesinlikle ilgiyi hak eden, karakterlerinin gerçekçiliği de önemli ve mizahın da tadının çıkarılması gereken bir film, özetle.
(“October” – “Ekim”)