Operazione San Gennaro – Dino Risi (1966)

“Aziz Gennaro’nun fikrini almalıyız; çünkü onu gücendirirsek bir daha mucize gerçekleştirmez. Napoli’de hayat mucizelerle yürür”

Napoli Katedrali’nde Aziz Gennaro adına yedi yüz yıl boyunca yapılan çok değerli bağışlardan oluşan hazineyi çalmayı planlayan iki Amerikalı ve onların Napolili partnerlerinin hikâyesi.

Senaryosunu Dino Risi ve Ennio De Concini’nin orijinal öyküsünden yola çıkarak; Risi, De Concini, Nino Manfredi ve Adriano Baracco’nun yazdığı ve yönetmenliğini Risi’nin yaptığı bir İtalya, Fransa ve Almanya ortak yapımı. Jules Dassin’in 1964 yapımı “Topkapı” filminden esinlenmişe benzeyen hikâyesi, özellikle ikinci yarısında çok daha etkileyici olan komedisi, keyifli performanslar sunan kadrosu, çalışkan besteci Armando Trovajoli’nin orijinal müziklerinin yanında dönemin İtalyan pop şarkılarından oluşan soundtrack’i ve Napoli’ye adanmış görünen yaklaşımı ile eğlenceli bir komedi. Mizahı zaman zaman bir parça eskimiş görünse de, eğlenerek seyredilebilecek türden ve nostaljisi ile de çekici bir film.

Moskova Film Festivali’nde ikincilik ödülü kazanan film sinemada pek çok örneği olan bir hikâye anlatıyor: Ters giden bir soygun. Bu klasik hikâyeyi anlatırken de olabildiğince İtalyan ve tam anlamı ile bir Napoli filmi olmayı başarıyor. Soyguncuların peşine düştüğü ve değeri tam olarak bilinmese de, Birleşik Krallık Kraliçesi’ninkinden daha çok olduğu söylenen hazine Napoli Katedrali’nin yanındaki bir yapıda yer alıyor. Filmden 37 yıl sonra müze haline getirilen binada yer alan hazine yedi yüz yıl boyunca papalardan imparatorlara ve krallara zenginlerden sıradan insanlara binlerce kişinin Napoli şehrinin azizi olarak kabul edilen Gennaro’ya adadığı bağışlarla oluşturulmuş. Aziz Gennaro adına Napoli Katedrali’nde yılda üç kez düzenlenen bir törene katılanlar ona ait olduğuna inanılan ve mühürlü bir cam ampul içinde muhafaza edilen kanın “sıvılaşma”sına tanık olmayı umuyorlar. Napoli halkının her türlü dilek ve mucize beklentisi için ziyaret ettiği azizle birlikte, Napoli de şehir olarak hikâyenin göbeğinde yer alıyor mekânları, gelenekleri, günlük hayatı ve halkı ile birlikte. Filmle şehrin iç içe geçmişliğinin somut bir örneği olarak, hikâye boyunca sık sık görüntüye gelen, finalde de omuzlarda taşınan ve film için özel olarak yaptırılan Gennaro’nun tahta heykelinin bugün Napoli’deki Girolamini Kilisesi’nde sergilenmesini gösterebiliriz.

Film Napoli’ye müziklerle de sürekli bir sevgi gösterisinde bulunuyor. Kariyeri boyunca üç yüze yakın film için müzik hazırlamış olan Armando Trovajoli’nin notaları hikâyenin eğlenceli ve tempolu havasına uygun bir akışla keyif katarken, soygun girişimi gecesinin denk getirildiği Napoli Festivali’nde yarışan şarkılar da dönemin popüler eserlerini kısa sürelerle de olsa dinlememizi sağlıyor. Festivalin şehir halkı için ne kadar önemli olduğunu gösteren birkaç komik sahne boyunca, o gece yarışan Peppino di Capri’den “Ce vo ‘tiempo”, Giorgio Gaber’den “’A Pizza” ve Iva Zanicchi’den “Ma Pecché” adlı şarkıların yanında, Gianni Morandi (“Notte di Ferragosto”), Mario Abbate (“Nuvole”), Sergio Bruni (“Sole E’ Vierno”), Maria Paris (“Maie Pe’Mme”), I Rokers (“Take a Look” ve jenerikte adı yanlış yazılan “The Wind Will Carry Them By”) ve Dino Giacca da (“O’ Paese Do’ Sole”) kendi şarkıları ile 1960’lar nostaljisi yaratıyor.

Dino Risi’nin yapıtının gördüğü ilgi üzerine ertesi yıl Lucio Fulci’nin yönetiminde ve farklı bir oyuncu kadrosu ile yine İtalya, Fransa ve Almanya ortak yapımı olarak “Operazione San Pietro” adlı bir film de çekilmiş gayriresmî bir devam çalışması olarak ama aynı başarı sağlanamamış. Risi’nin hikâyesinin her ne kadar bir Napoli şiiri gibi olsa da, hem şehir halkını hem de genel olarak “İtalyan Usulü Hayat”ı imalar ve doğrudan söylemlerle eğlenceli bir şekilde tiye alması onu abartılı ve gereksiz bir milliyetçi yaklaşımdan uzak tutuyor. Örneğin Napoli sokakları bir hırsızlar ve suçlular cenneti olarak çiziliyor neredeyse ve Don Vincenzo karakteri şehirdeki otorite boşluğunun, suçluların özgürlüğünün, yozlaşmanın ve rüşvetin farklı sahnelerdeki sembolü olarak kullanılıyor. Halkın katolik inançlarındaki fanatizm ve dinsel inançlarla günahları bağdaştırabilme becerileri de birden fazla sahnede komedi malzemesi olarak değerlendirilmiş. Napoli’nin kalabalık ve kaotik yoksul sokaklarından Posillipo adlı gözde semtine şehri Dino Risi ve görüntü yönetmeni Aldo Tonti hikâyenin olmazsa olmaz unsurlarından biri olarak kullanmayı başarmışlar.

Dönemin İtalyan filmlerinin standart uygulaması olsa da, pek de başarılı görünmeyen bir dublajla seslendirilmesinin rahatsız ettiği film Amerikan hayatındaki planlılık ile İtalyanların rahatlığını (ya da disiplinsizliğini) de sık sık karşılaştırma konusu yapıyor bir komedi kaynağı olarak. Her zaman yeterince güçlü olmasa da sözlü ve görsel esprileri, şehri ve halkını da bir parçası yapabilen takip sahnesi, tarafların karşılıklı birbirlerine oynadıkları oyunlar ve hazineye tek başına el koyarak uçakla kaçmaya çalışan bir karakterin peşine düşüldüğü ve hikâyenin komedi açısından zirvesini oluşturan tüm final bölümü ile sonuç olarak eğlenceli bir yapıt bu. Nino Manfredi, Senta Berger, Harry Guardino, Ralf Wolter, Claudine Auger, Totò, Ugo Fangareggi, Dante Maggio, Pinuccio Ardia ve Mario Adorf’un kendilerinin de eğlendiklerini hissettiren performanslarının içinde öne çıkanların Manfredi ve Totò’dan geldiği film eski usul komedi suç filmlerinden hoşlananlar için özellikle ikinci yarısı ile kesinlikle çekici bir eser.

(“The Treasure of San Gennaro” – “Napoli Macerası”)

Il Segno di Venere – Dino Risi (1955)

“Hepinizin sadece gerektiğinde bahsettiğiniz bir annesi var!”

Güzelliği ile erkeklerin hemen ilgisini çeken Agnese ile onunla birlikte yaşayan ama erkekler konusunda pek şanslı olmayan kuzeni Cesira’nın aşk ve mutluluğu arayışlarının hikâyesi.

Edoardo Anton, Franca Valeri ve Luigi Comencini’nin orijinal hikâyesinden uyarlanan senaryosunu Anton, Valeri, Dino Risi ve Ennio Flaiano’nun -Cesare Zavattini’nin de katkısı ile- yazdığı ve yönetmenliğini Dino Risi’nin yaptığı bir İtalyan yapımı. Genellikle Mario Monicelli’nin 1958 yapımı “I Soliti Ignoti” (Toto Gangster) filmi ile başladığı kabul edilen ve “Commedia all’italiana” (İtalyan usulü komedi) olarak adlandırılan türün önemli isimlerinden Risi’nin bu filmi bu türe yakın duran bir romantik komedi. Kariyerinin henüz başlarındaki Sophia Loren’in parlayacağı kesin olan yıldız karizması ile sunulsa da kuzenini oynayan Franca Valeri’nin (2020’de 100 yaşında hayatını kaybetti) asıl yıldızı olduğu hikâyede bu iki usta oyuncunun yanında İtalyan sinemasının erkek yıldızlarının (Vittorio de Sica, Raf Vallone, Alberto Sordi, Peppino de Filippo) varlığı da hayli renk ve eğlence katıyor filme. Yaklaşık on yıl boyunca dünya sinemasına başyapıtlar armağan etmiş Yeni Gerçekçilik akımından sonra İtalyan sinemasına bu tür komediler egemen olmuştu ve bu film onların en parlak örneklerinden biri olmasa da oyuncularının performansları, yeterince güçlü olmasa da eğlencesi ve komedinin içinde kısıtlanmış olarak kalsa da İtalyan toplumuna Yeni Gerçekçilik’ten esinlenmiş bakışlar atması ile ilgiyi çekebilecek bir çalışma.

Renzo Rossellini’nin hikâyenin komedisi ve romantizmini çağrıştıran müziğinin eşlik ettiği açılış jeneriğinde on iki burcun sembolünü görüyoruz. Hikâye burçlara değinmiyor aslında ama umutsuz aşk hayatı için gittiği falcıdan “Venüs’ün etkisi” altında olduğunu ve kısa sürede hayatının erkeğini bulacağını öğrenen Cesira astrolojinin bir başka yanından arıyor çözümü. Cesira (Franca Valeri) kuzeni Agnese (Sophia Loren) ile birlikte, Agnese’nin dul babası ve hiç evlenmemiş halası ile birlikte yaşamaktadır. Agnese en ufak bir çaba göstermediği halde tüm erkeklerin bakışlarının anında kendisine çevrilmesini sağlayan bir güzelliğe sahiptir, yaşı ondan büyük olan Cesira ise tüm arzu ve çabasına rağmen erkekler konusunda çok şanssızdır. Açılış sahnesinde, oturdukları apartmanda bir erkek doktorun düğünü için yaptığı hazırlığı izlerken başına gelen komik talihsizlik hikâyenin tonunu anlamamızı sağlarken, ne seyredeceğimiz konusunda iyi bir fikir de veriyor bize. Herkesin bağıra çağıra konuştuğu tipik bir İtalyan ailesi var karşımızda ve halanın genç kızlara sürekli akıl veren ve onları uyaran sözleri de (“Benim zamanımda kızlar evlendikten sonra şişmanlardı, evlenmeden önce değil” veya “Ben senin yaşındayken çocukların öpüşmekle olurduğunu sanırdım”) bir aşk, mutluluk ve elbette evlilik arayışı hikâyesi seyredeceğimizi söylüyor.

Cesira daktilograf olarak çalışmaktadır, Agnese ise hiçbir tecrübesi ve birikimi olmadan iş arayıp durmakta ama güzelliği başına hep sorun açmaktadır. Bu genç kadınlardan ilkinin hikâyenin başından sonuna kadar yaşayıp durduğu hayal kırıklıkları bir bakıma onun ait olduğu sınıfın (emekçi sınıfı diyebiriz buna) durumuna bir romantik komedinin kalıpları içinde yapılmış bir gönderme olarak düşünülebilir ama filmin bu tür bir okuma talep etmek gibi bir derdi yok görünüyor. Bunun yerine Dino Risi, Sophia Loren’in çekiciliği ve oyuncuların performanslarına dayanarak seyirciyi eğlendirmeyi tercih ediyor ve tüm hikâyeye yayamasa da aynı eğlence düzeyini, bunu başarıyor genel olarak. Yönetmenin elinde Loren’in güzelliği gibi çok önemli bir koz var ve o da hiç abartmadan ustalıkla kullanıyor bu avantajı; ikinci bir desteği de oyuncularından alıyor Risi. Özellikle iki oyuncu öne çıkıyor burada: Franca Valeri ve Alberto Sordi. Parasız şair rolündeki Vittorio de Sica, fotoğrafçıyı oynayan Peppino De Filippo ve yakışıklı itfaiyeciyi canlandıran Raf Vallone de sağlam komedi performansları ile hikâyeye önemli katkılar sunarken, parlayan isimler Valeri ve Sordi oluyor. Bu oyuncuların ilki dram ve trajikomedi ile dolu sahnelerinde filmin asıl başrol oyuncusu olduğunu göründüğü her karede kanıtlıyor bize. Senaryo da asıl olarak onun üzerinden ilerlese de filmin yapımcıları -anlaşılır nedenlerle- Loren’in ismini öne çıkarmışlar afişte ve jenerikte. Elindeki ruhsatsız arabayı tüm film boyunca fotoğrafçıya satmaya çalışan üçkağıtçı rolündeki Sordi ise müthiş bir oyunculuk gösterisinde bulunuyor ve bu sürekli konuşulan gürültülü filmde sadece vücut dili ile bile kahkaha attırmayı başarıyor. Bir ev partisinde dansa kalkış anından tüm dans bölümüne ve annesi ile karakolda karşılaştığı sahneye kadar filmin komedi açısından yıldızı o oluyor kesinlikle.

Amerikalı yazar John Gray 1992 tarihli ve bizde de çok satan “Men are from Mars, Women are from Venus” (“Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten) adını taşıyan kitabında erkek ve kadınların “farklı gezegenler”den olmaları nedeni ile ilişkilerde sorunlar yaşandığını anlatır. Bu filmin hikâyesi de Venüs’e uğruyor ama böyle bir iddiada bulunmak veya bir sorunun arkasındaki gerçeği keşfetmek gibi bir amacı yok. Seyrettiğimiz, falcının kendisinin Venüs’ün etkisi altında olduğunu söylediği bir kadının bu fırsatı kaçırmamak için gösterdiği çabalar ve uğradığı başarısızlıklar. Bu aslında onun için büyük br hayal kırıklığı çünkü kuzeninin en ufak bir çaba göstermeden elde ettiğine (film eğlenceli bir şekilde bunu her fırsatta dile getiriyor) o bir türlü ulaşamıyor ve bir bakıma toplum içindeki avantajsız sınıfın da sembolü oluyor. Onu filmin başında ve sonunda aynı tramvaya aynı erkeklerin aynı muameleleri ile karşılaşarak bindiğini görmemiz de bu durumun bir örneği olsa gerek.

Karakol sahnesinde annenin oğluna davranışının (abartılı öfkeden abartılı sevgiye uzanan bir davranış bu) tam bir İtalyan hikâyesi seyrettiğimizin kanıtı olduğu ve yemek parasının ödenme(me)si gibi eğlenceli sahneleri de olan filmin aslında neden Franca Valeri’nin Cesira karakteri üzerine kurulu olduğunu açıklayan bir yapım hikâyesi var: Valeri bu karakteri daha önce radyo ve televizyonda çeşitli programlarda canlandırmış ve Luigi Comencini’nin çekeceği bir senaryo da hazırlanmış ama yapım şirketi daha zengin br kadrolu film yapma düşüncesine kapılınca devreye Risi, de Sica ve Loren girmiş ve senaryo Loren’in karakterine göre yeniden yazılarak ortaya bu film çıkmış. Tüm erkek karakterlerin bir şekilde oyunbaz olduğu ve özellikle Cesira’ya ihaneti veya yalanı tattırdığı film böylece bu cinse bir eleştiri gönderirken, Agnese’nin yaşadıkları üzerinden aynı cinsin kadınlara bakışını da deşifre ediyor. Daha güçlü bir hikâye ihtiyacını sık sık hissettirse de eğlenceli bir romantik komedi.

(“The Sign of Venus” – “Venüs’ün Damgası”)