Die Sieger – Dominik Graf (1994)

“İnsan çok çabuk alışıyor kazanmaya. Bir kez alışınca da…”

Özel kuvvetlerde görev yapan bir polisin kendisini yolsuzluk, rüşvet ve cinayetlerle örülü bir oyunun içinde bulmasının hikâyesi.

Dominik Graf, Klaus Maas ve Peter Hollweg’in orijinal hikâyesinden yola çıkarak senaryosunu Günter Schütter’in yazdığı, yönetmenliğini Dominik Graf’ın yaptığı bir Almanya yapımı. Yüksek bütçesine karşılık eleştirmenlerden de seyirciden de zamanında pek ilgi görmeyen film yönetmeninin televizyona kaymasına ve bir sonraki sinema filmini ancak on sekiz yıl sonra çekebilmesine neden olmuş. Senaryo üzerinde sık sık yapılan değişikliklere rağmen (ya da o nedenle) ortalama bir filme göre bir parça kompleks görünen hikâyesi ve eleştirmenlere göre yüksek bütçesini doğrulamayan içeriği ile pek beğenilmeyen film kesilen sahneleri eklenerek, “yönetmenin kurgusu” adı ile 2019 Berlin Festivali’nde tekrar gösterilmiş ve zamanında haksızlığa uğradığı kabul edilmiş pek çok sinemaseverce bu gerilimli polisiyenin. İyi oynanmış, final kovalamacasını soluk soluğa izleyeceğiniz yaklaşık kırk dakikalık bölümü ile çarpıcı bir etkileyiciliği olan ve Graf’ın -filmin tümüne yayılamasa da- pek çok sahnede kendisini gösteren başarılı yönetmenliği ile ilginç ve ilgiyi hak eden bir çalışma bu. Politik içeriği ve eleştirisi ile de önemli olan, ana hikâyesine hiçbir katkısı olmayan sapkınlık ve cinsellik teması gibi kendisine zarar veren ögeler de barındıran ve hikâyesini yeterince yalın anlatamamak gibi problemleri olan film yine de karanlık içeriği ve gerilimi ile önemli bir eser.

Sinema tarihinin en çarpıcı sertlikteki sahnelerden biri ile açılıyor film; arabada konuşan iki adam, biri sorunlu bir doğum yapan eşini ziyaret etmek için hastaneye gidiyor ve -Dominik Graf bizi oyunculardan birinin tedirgin ve sert yüz ifadesi ile hazırlasa da- rahatsız edici bir görüntü ile sona eriyor bu açılış. Hikâye dört yıl sonraya atlıyor ve kahramanımız Karl’ın da içinde bulunduğu özel kuvvetlerin bir İtalyan suç örgütüne yaptığı ama ters giden bir baskını izliyoruz. Bu operasyonda Karl, intihar ederek öldüğünü bildiği bir arkadaşını da görür ve biz de onun herkesi, gördüğünün gerçek olduğuna inandırma ve boyutu siyasetin üst noktalarına uzanan bir yolsuzluğu çözme çabasına tanık oluruz hikâye boyunca. Film sadece Karl’ı değil, onun ekip arkadaşlarını da anlatıyor bize ve operasyon görüntülerine paralel olarak bu polislerin iş görüşmelerinin videolarını izliyoruz. Heyecanla girdikleri ve kabul edildikleri için mutlu oldukları işlerinde karşı karşıya oldukları ve kendilerinin de parçaları hâline geldikleri bireysel ve kurumsal yozlaşmalar filmin sonunda bir parça hüzün yaratmak için kullanılıyor yönetmen tarafından. Açılış ile kapanış arasında ise bir gerçeği bulma ve bunun sonucu olarak da kendini temize çıkarma hikâyesi izliyoruz.

Aslında izlediğimiz, farklı polisiye dizilerde ve filmlerde benzerlerini daha sonraki yıllarda gördüğümüz hikâyelerden çok farklı değil: Bürokratlar ile polislerin çatışması, iktidar sahiplerinin “küçük adam”ları piyon olarak kullanması, politikadaki yozlaşma, güç sahiplerinin amaçları için yasa dışı araçlara başvurmaktan çekinmemesi, kahramana kurulan tuzak ve onun temize çıkma çabası, ekip içindeki ihanet ve güven tartışmaları vs. Dominik Graf kimi problemlerine rağmen yine de hikâyeyi bugün için de orijinal görünebilecek bir biçim ve içerik ile karşımıza getirmeyi başarıyor yine de. Başlardaki baskın sahnesinde anlamsız ve filmin geneli ile uyumsuz bir ağırlaştırılmış çekim kullanmak, finalde polislerin soyunma odasındaki dolapları üzerinden gereksiz bir provokasyon ve belki de en önemlisi cinselliğin yine gereksiz ve tuhaf kullanımı. Bu son problem sadece sevişme sahnelerinin varlığı ile değil, aynı zamanda farklı karakterlerin bu konudaki eylemlerinin hikâye ile hiçbir ilgisinin olmaması ile de ortaya çıkıyor. Bir otel koridorundaki eylem örneğin, karakterlerden özellikle biri için çok tuhaf ve bu tuhaflığı daha sonra bir ofiste sürdürmekten de çekinmiyor senaryo. Graf anlamsız bir tutku, hatta şehvet ile ne amaçlamış bilinmez ama hikâyeye ve baş karakterine kesinlikle yakışmıyor, uymuyor bize gösterdikleri. Bunun yerine hikâyenin karanlığına daha fazla yer verilse ve gereksiz kompleksliklerden sıyrılsa senaryo, daha parlak bir sonuç çıkabilirmiş ortaya.

Finale doğru karşımıza gelen fidye teslimi ve kovalamaca bölümü filmin doruk noktasını oluşturuyor ve kırk dakikadan fazla süren bu bölüm tek başına bile filmi seyretmek için yeterli bir neden oluşturuyor. Büyük şehirde başlayıp, daha sonra önemli bir kısmı gece karanlığında, telesiyej, bir dağın zirvesi ve tünel gibi lokasyonlarda geçen bu bölüm temposu, mizanseni ve görüntüleri ile dört dörtlük bir başarı kesinlikle. Uzunluğunun kesinlikle farkına varmayacağınız, karanlık olmaktan çekinmeyen görüntüler ile ilginç bir şekilde hüzün, gerilim ve heyecanı birlikte içeren bu final yönetmen için çok önemli bir başarı ve seyirci olarak da size müthiş bir keyif veriyor. Başroldeki Herbert Knaup’un karakterini daha da inandırıcı kılmasına engel olan senaryo problemlerine rağmen sağlam bir performans sunduğu filmin bu finali bir sinema dersine konu olabilecek güzellikte.

Filmin Almanca adının Türkçedeki karşılığı “Kazananlar”; İngilizce olarak uygun görülen isim ise “Yenilmezler” anlamına geliyor. İlk bakışta bir kahramanlık hikâyesi olduğu düşünülerek bu tanımlamanın polisler için kullanıldığı varsayılabilir ama hikâyenin kazananları ve yenilmezleri -finalden bağımsız olarak- güç ve iktidar sahipleri olsa gerek. Amerikan usulü bir hikâyeyi anlatan bu Alman filmi yapım sürecindeki sıkıntılara ve gösterime girdiğinde hayak kırıklığı yaratmasına rağmen, ilgi gösterilmeyi bekleyen ve bunu da hak eden bir çalışma.

(“The Invincibles”)