Beyaz Geceler – Dostoyevski

Rus yazar Dostoyevski’nin her ikisi de 1848 tarihini taşıyan iki ayrı hikâyesinin (“Beyaz Geceler” ve “Başkasının Karısı”) yer aldığı bir kitap. Her ikisi de Petersburg’da geçen hikâyelerin ilki yazarın kendi ağzından anlatılırken yalnız ve hayallerinde yaşayan bir genç adamın başkasına aşık bir genç kıza tutulması, ikincisinde ise karısının kendisini aldattığından kuşkulan bir adamın trajikomik hikâyesi sunuluyor okuyucuya. İlk hikâye “ateşli ve hayalci bir ruh”un “saf ve büyük aşk”ını anlatması ve karakterleri ile günümüz dünyasına uzak düşen bir resim çiziyor elbette ve güçlü melankolisi ile etkiliyor; ikinci hikâye ise adeta bir Fransız vodvili havasında yazılmış ve tıpkı bu türün keyifli bir örneğini seyrederken alınan tadı yaşatıyor okuyucuya. Bol diyalogları ile yazarın “derin” eserlerinden ayrı bir yerde duruyor bu öyküler ama her ikisi de kesinlikle sağlam bir kalemden çıktıklarını hissettiriyorlar her satırları ile. Öykülerin çevirisi Rusça edebiyattan yaptığı çeviriler ile bu edebiyatın ülkemizde tanınmasını sağlayan en önemli isimlerden biri olan ve Cumhuriyet döneminin ilk kuşağının en önde gelen Rusça çevirmeni kabul edilen Nihal Yalaza Taluy tarafından gerçekleştirilmiş.

Güneşin tamamen kaybolmadığı yaz gecelerinden adını alan hikâyeyi Dostoyevski altı bölümde anlatmış. Dört gece (bu gecelerden biri iki ayrı bölümden oluşuyor) ve bir sabah bölümünden oluşan hikâyede romantik, yalnız ve düşlerde yaşayan 26 yaşında genç bir adamın tesadüfen karşılaştığı on yedi yaşındaki genç bir kıza tutulmasını anlatılıyor. Şiirsel bir dil ile konuşan bu yalnız adamın tutkusu karşılıksız kalmaya mahkum; çünkü genç kız bir başka adama tutkulu bir aşk ile bağlı. Kıza duyduğu aşkın kendisini her zamanki melankolik ruh halinden uzaklaştırdığı ve “Şu anda o kadar neşeli, mutlu, cesur ve zeki biriyim ki…” benzeri cümleler kurdurttuğu genç adamın hikâyesi, “Bağışlayın, unutmayın ve sevin” cümlesi ile sonlanan bir mektupla biterken bir kalp kırıklığı yaratıyor okuyucuda. Bugünün dünyası için fazlası ile süslü, romantik vs. gelebilecek uzun diyaloglara sahip olan öykü, o dönemin dünyasını ve karakterlerini gerçekçi bir şekilde anlatıyor elbette. Dosyoyevski’nin bu hikâyesinin sinemaya ondan fazla kez uyarlanmış olması ve bu filmleri yönetenler arasında Luchino Visconti ve Robert Bresson gibi büyük sinemacıların da yer alması öykünün etkileyiciliğinin en iyi göstergelerinden biri olsa gerek. Filmlerin İtalya’dan Hindistan’a, Fransa’dan İspanya’ya, İran’dan Güney Kore’ye ve Rusya’dan ABD’ye farklı ülke sinemacılarına ait olması da hikâyedeki aşkın saflığı ve büyüklüğünün evrenselliğine işareti olarak yorumlanabilir.

İkinci öykü olan “Başkasının Karısı”ı yazarın iki farklı hikâyesinin daha sonra yine kendisi tarafından birleştirilmiş hali. Fransız vodvillerinde göreceğiniz tarzda bir içeriği olan bu dinamik ve eğlenceli öykü kendisini aldattığını düşünen karısının peşine takılan bir adamın iki ayrı macerası olarak da yorumlanabilecek iki ayrı gününü anlatıyor bize. Her iki macerada da aynı genç adamla karşılaşan bu kocanın trajikomik durumu, diyalogların parlak komikliği ve yazarın adeta bir vodvil oyununu canlı seyrediyormuşsunuz havasını yaratan satırları öyküyü hayli eğlenceli kılmış. Pek çok kez tiyatroya da uyarlanan hikâye sinema da hayat bulmuş ve Rus yönetmen Vitaly Melnikov tarafından 1984 yılında beyazperdeye taşınmış.

(“Belye Nochi” – “Chuzhaya Zhena i Muzh Pod Krovatyu”)

Öteki – Dostoyevski

Rus yazar Dostoyevski’nin ilk kez 1846 yılında bir dergide yayımlanan novellası. “Yedinci dereceden bir memur” olan Goladkin’in kendisine tıpatıp benzeyen ve onunla aynı adı taşıyan bir adamla karşılaştıktan sonra yaşadıklarını içeren kitap bir “kişilik yarılması” hikâyesi anlatıyor ve deliren kahramanının başına gelenleri, esinlendiği söylenen Gogol’un “Palto” ve “Burun” adlı hikâyelerindeki sosyal bir çerçeveye sahip bakışın yerine psikolojik bir bakışla anlatıyor okuyucuya. Kitap 2013 yılında Richard Ayoade’nin senaryosu ve yönetmenliği ile günümüze taşınarak, “The Double” adı ile sinemaya aktarılmış ve başrolde Jesse Eisenberg oynamıştı.

Silik bir adam olan Goladkin’in kendisininkinin taban tabana zıt bir karakteri olan “ikiz”i ile karşılaşmasını Dostoyeskvsi, kahramanına ne uzak ne de yakın durarak anlatıyor ve onun gördüğünü/işittiğini düşündüklerinin imkânsızlığını altını çizmeden ama gizlemeden de anlatıyor bize. Yazar olarak -çok kısa bir süreliğine de olsa- anlatıcı rolünden sıyrılıp kendisinden de bahseden Dostoyevksi, adamın yaşadıklarını kitabın tamamında bir an bile ondan ayrılmadan dile getiriyor ve nerede ise kitaba birinci ağızdan yazılmış bir hava veriyor. Kendisinin aksine çekici, başarılı, karizmatik ve özgüveni yüksek olan bir adamla yüz yüze gelen adamın trajedisini anlatırken, onun kendini içine düşürdüğü komik durumlardaki acınası halini etkileyici bir şekilde aktarıyor. Kitabın derdini bir şizofren vakası olarak da yorumlamak mümkün ama asıl olarak bir kişilik arayışı söz konusu burada ve sahip olduğu kişilik içindeki mutsuzluğundan sıyrılmak arzusu içindeki bir adamın hayal ettiklerinin “gerçeğe dönüşmesi” olarak da okunabilir eser. Kendisinden daha çekici ve bir başka “ben” yaratan adamın karşı karşıya kaldığı (ve aslında kendisinin yarattığı veya neden olduğu) dünyanın tekinsizliği ve korkunçluğunu anlatan bu kitabın, Dosyoyevski’yi vasat bir yazar olarak niteleyen Nabokov tarafından onun en iyi eseri olarak nitelendiğini de ekleyelim. Yazarın büyük klasiklerinden tema ve biçim olarak farklı bir yerde duran kitap ilginç bir eser olarak okunmayı hak ediyor.

(“Dvoynik”)

Yeraltından Notlar – Dostoyevski

“İnsana lüzumlu olan tek şey, onu nereye sürükleyeceği belli olmayan hür iradedir. Bu iradeyi de kim bilir hangi şeytan…”

Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı” adıyla serbest bir uyarlamasını yaptığı Dostoyevski romanı. İlk kez 1864 yılında yayımlanan roman bugün bile hâlâ çok modern görünen biçimi, özellikle dönemi için pek de sıradan olmayan bir şekilde bir anti-kahramanı ele alışı ve kendisi de dahil tüm insanlardan iğrenir gibi görünen baş karakterinin kötümser, alaycı ve kötücül bakışını benzer bir biçimde aktarması ile kesinlikle okunması gereken bir kitap. Akıl ile arzunun çatışmasını anlattığı bölümden kahramanın tiksindiği bir subaydan intikam almak için ona yürürken çarpma planına veya bir hayat kadınının kafasını tam bir kötülük örneği olacak şekilde nasıl karıştırdığına kadar pek çok bölümünde olağanüstü bir dil ile ele alıyor baş karakterini Dostoyevski ve Camus’nun da çok sevdiği ve kimilerince ilk varoluşçu eser olarak kabul edilen kitabında okuyucuya benzersiz bir okuma tecrübesi armağan ediyor.

Demirkubuz’un filmini beğenmiş ama kahramanını tam anlamı ile anlayamamıştım açıkçası. Bu okumadan sonra her şey yerli yerine oturdu ve yazının neden bazı zamanlarda görsellikten daha etkileyici olabileceğini bir kez daha anladım: Her kitap her okuyana ve her okuma tecrübesinde farklı bir dünyayı kurmasına ve kurgulamasına yardımcı olabiliyor, eğer okuyucu da bu dünyayı inşa etmeye hazırsa. Görselliğin çoğunlukla kaçınamadığı, kendi kurduğunu seyredene dikte etme tuzağından uzak bir tecrübe okuma eylemi. İyi ki kitap var!