Le Temps qui Reste – François Ozon (2005)

Sinema tarihinin en başarılı, en dokunaklı ve çekinmeden söylemeli, en güzel ölüm sahnelerinden biri. Ozon hiç diyalog kullanmadan karakterinin son anlarını elindeki dondurmaya attığı son bir bakıştan gençlerin birlikte denizi seyretmesindeki kendi durumu ile tamamen zıt yaşam sevincine, cevaplamadığı telefondan son bir sigaraya olağanüstü içe dokunan bir şekilde anlatıyor. Luchino Visconti’nin Thomas Mann’dan uyarladığı “Morte a Venezia – Venedik’te Ölüm” adlı filminin finaline sevgi ve saygı dolu bir selam da gönderiyor Ozon bu son sahne ile ve beyaz vücudu ve yalnızlığı ile ölümü feci halde çağrıştıran kahramanına Valentin Silvestrov’un Postludium III adlı eserinin eşliğinde veda ediyor. Yönetmenin yarattığı karaktere aşık olduğu filmlerden biri bu kesinlikle ve bu son sahne de sinemanın yaratıcılığı unutmadığında neler yapabildiğini gösteren ve yumuşak bir hüznün nasıl dokunaklı olabileceğini kanıtlayan anları getiriyor önümüze.

(“Time to Leave” – “Veda Vakti”)

Potiche – François Ozon (2010)

“Ne dedin? Bir fikrin mi var? Senden tek istediğim benim fikirlerimi paylaşman”

Fabrikatör kocası grev yapan işçiler tarafından rehin alınınca işin başına geçip dizginleri ele alan bir kadının hikâyesi.

Fransız yönetmen François Ozon’dan bir Catherine Deneuve güzellemesi. Ozon’un ciddi dramlar ile hafif komediler arasında gidip gelen kariyerinin komedi tarafında yer alan ve bir tiyatro oyunundan uyarlanan film Deneuve’ün şahsında kadınların bağımsızlık ve güç mücadelelerini anlatıyor ama oyuncunun tek başına her anlamda damgasını bastığı bir hikâye karşımızdaki. Senaryoyu yazarken oyuna başta politikanın devreye girdiği tüm final bölümü olmak üzere yeni öğeler katan Ozon 70’lerde geçen filmine dönemin havasını başarı ile vermiş ve başta şarkılar ve filmin görsel tasarımı olmak üzere 70’lerin atmosferini etkileyici biçimde taşımış perdeye.

Bizde “Kadın İsterse” adı ile gösterilen filmin orijinal adının (“Potiche”) tam bir Türkçe karşılığı yok. Kelime Uzakdoğu’nun dekoratif vazoları için kullanılıyor sözlük anlamı olarak ve mecazi olarak da kişisel tek fonksiyonu kendinden daha güçlü veya önde görünen birinin yanında süs vazosu olmaktan öteye geçmeyen insan anlamına geliyor. Zengin kocasının yanında başlangıçta tam da bu konumda bulunan kadının iradesi dışında üstlendiği sorumluluklar ile önce iş ve aile daha sonra da politikada kendini (ve aslında kadınların yeteneklerini) ispatlaması filmin ana teması. Ozon bu hikâyeyi açılış jeneriğinden başlayarak tam bir 70’ler resmi geçidi havasında anlatıyor. Jenerikte kullanılan yazı karakterlerinden renklere, bölünmüş perde tekniğinden mizansen anlayışına ve elbette şarkılarına film 70’lerin nostaljisini yapıyor sürekli olarak. Baccara’dan Sylvie Vartan’a, Catherine Ferry’den Johnny Hallyday’e dönemin ünlü şarkıcı ve gruplarının pop şarkıları eşliğinde anlatılan hikâye sinemasal olarak da sonuçta tam bir “pop film” ama sonlarda biraz etkisini yitirse de kesinlikle keyifli olanlarından. Bir Jean Ferrat şarkısı olan “C’est Beau La Vie” Catherine Deneuve tarafından seslendirilirken ve film bu şarkı ile veda ederken, hikâye içerdiği tüm o işçi mücadelesi, grevler, siyasi çekişmeler, ihanetler, aşklar ve kadınların mücadelesi ile hayatın güzelliği üzerine belki fazlası ile naif de olsa bir mesaj vermekten geri durmuyor. Bir komedi atmosferi içinde de olsa içinde grev, eşitlik gibi kelimeler geçen bir film seyretmek güzel elbette ve her ne kadar hikâye olası seçenekler olarak sadece vahşi kapitalizm ile vicdanlı kapitalizmi sunsa da bu böyle.

Bir diskoda Deneuve ile dans eden görüntüsü ile Gerard Depardieu’nün renk katan bir unsur olarak kaldığı filmin Deneuve dışındaki asıl yıldızları kocası rolündeki Fabrice Luchini ve onun sekreteri rolündeki Karin Viard. Yan karakterlerin nasıl güçlü ve filmi zenginleştiri unsurlar olabileceğinin ispatı her ikisi de. Deneuve ise kelimenin her anlamı ile tam bir yıldız bu filmde. Başlangıçtaki spor sahnesinden sondaki şarkı söyleyen politikacı sahnesine başta komedi olmak üzere tüm oyunculuk yeteneklerini keyif verici bir biçimde sergiliyor ve kendisinin de keyif aldığını göründüğü her karede hissettiriyor. Hikâyedeki komik anların çok güçlü olduğu söylenemez ve bu bağlamda filmin güldürmekten çok gülümseten bir havaya sahip olduğu rahatça ve doğru olarak öne sürülebilir ama belki de filme komediden çok bir eleştirmenin çok yerinde bir benzetmesi ile Catherine Deneuve’e (ve bence Ozon’un gözünden tüm kadınlara ve onların sahip olduğu özelliklere) düzülmüş bir aşk şiiri olarak yaklaşamak daha doğru olacaktır. Finalde kendisini destekleyen taraftarlarına seslenirken söylediği gibi kadınların anaç özellikleri belki de dünyayı kurtaracak olan. Diskoda naif bir şekilde dans eden Depardieu ve Deneuve görüntüsü, finaldeki Deneuve şarkısı ve mutfakta Michèle Torr’dan “Emmène Moi Danser Ce Soir” şarkısına eşlik eden bir Deneuve için, kısacası Deneuve için görülebilir ve görülmesi gerekli bir film. Kaldı ki kim onun “bu gece beni dansa götür” davetine karşı durabilir ki?

(“Trophy Wife” – “Kadın İsterse”)

2010 Festival Notları 5

Yuva (Le Refuge) – François Ozon : Nerede ise filmografisindeki tüm filmler bir şekilde buralara gelen nadir yönetmenlerden biri  Ozon. Hâkim olduğu alana geri dönünce –Angel ve Ricky denemelerinden sonra- nasıl da etkileyici olabildiğinin bir başka örneği. Aile yaratma sürecine yeni bir alternatif öneri daha. Yine hüzünlü ama yine hayatın devam edeceğini vurgulayan bir umut ile. Taşra’da denize yakın evleri olan Fransız karakterlerin olduğu bir Fransız filmi; bu evler Ozon filmlerinin ayrılmaz parçası oldu ve bir şekilde filme giriveriyorlar. Ozon inatla, evet umut var diyor. Gerçekten mi?

(“Hideaway”)

 

Annem Hayatta Olduğu İçin Mutluyum (Je Suis Heureux Que Ma Mere Soit Vivante) – Claude Miller & Nathan Miller : İncelikli filmlerin yönetmeni Claude Miller’dan oğlu ile beraber çektiği bir film. İnceliğe eklenen bir genç bakış. Kalıcı ve etkileyici bir başlangıç olmuş Nathan Miller için. Sevmek, sevilmek, şefkat arayışı, sevilerek kendi varlığını doğrulayabilmek üzerine. Dram kelimesinin anlamını bozan tüm sıradan filmlere inat yenilikçi ve özgür bir bakışın bir dramı nasıl unutulmaz kılabileceğine bir örnek. Miller’ın zerafet dolu, yürek burkan, ele aldığı en sıradan temaya, çektiği en kısa bir sahneye bile “kutsallık” atfeden anlatımını özlemişim. Wilde’ı hatırlamamak elde değil; “Yet each man kills the thing he loves”.

(“I’m Glad My Mother Is Alive”)