Riding High – Frank Capra (1950)

“Atlardan anlıyorum ama kadınlardan…”

Zengin bir aileye damat olmak üzere olan atlara düşkün bir adamın hayatını değiştirmeyi kabul etmemesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Amerikan rüyasının yönetmenlerinden Frank Capra’dan tipik bir Capra filmi. Yönetmen 1934’te çektiği “Broadway Bill” adlı filminden çok memnun kalmayınca on altı yıl sonra aynı konuyu tekrar sinemaya aktarmış kimi değişikliklerle. Bir müzikal komedi olarak nitelendirilebilecek film bu tarza uygun olmayan bir trajik son da içererek farklılaşıyor türünden ama genel Capra filmografisi içinde kesinlikle ayrıksı bir yerde durmuyor. Elbette iyi niyetli Amerikalı arzusuna kavuşacak, elbette gerçekten sevenler kavuşacak ve gerçekten çabalayan hayalini gerçekleştirecektir. Başroldeki Bing Crosby’nin söylediği şarkılardaki performansının da katkısı ile keyifli biçimde sürüklediği film trajik sonu hariç tutulursa türünün tüm kurallarını yerine getiren bir “kendini iyi hisset” filmi.

Unutulmaz komedi ikilisi Laurel-Hardy’den Olivier Hardy’nin de küçük bir rolde kendisini gösterdiği film yapım özellikleri açısından oldukça ilginç aslında. Finaldeki hayli başarılı at yarışı sahnesi örneğin, 1934 yapımı ilk filmden alınmış. Yine bu ilk filmde oynayan kimi oyuncular aynı rolleri bu filmde de canlandırmışlar ve hatta 1945’de ölen bir oyuncu ilk filmdeki çekimlerin tekrar kullanılması ile bu filmde de yer almış. Anlaşılan ilk film yarış sahnesi dışında gerçekten içine sinmemiş Frank Capra’nın. Peki bu filmi ikinci kez çekmeye değer kılan bir şey var mı gerçekten derseniz, orası biraz tartışmalı. Bing Crosby müzikal komediye gayet uygun dokunaklı bir oyun veriyor, canlı söylediği şarkılarla eğlendiriyor veya duygulandırıyor, hikâye gayet akıcı ilerliyor, finaldeki yarış sahnesi kesinlikle heyecanla seyrediliyor ve eğer Amerikan rüyasına inanıyorsanız bu rüyaya çok yakışan bir hikâyesi var. Üstelik sisteme –elbette çok yumuşak ve sistemi değiştirmeyi değil “ufak” kusurlarını düzeltmeye yönelik- eleştirisi de var. Finaldeki trajik olay bu sistemin doğasında var olan hırsın ve ne olursa olsun başarı hedefinin sonuçlarını gösteriyor örneğin (filmin bu sonuçtan kaçınmak için uzak durulması gerekeni, yani sistemin kendisini hiç anmamasını görmemezlikten gelmelisiniz kuşkusuz, bu sonu bir eleştiri olarak kabul edebilmeniz için).

Capra’nın Hollywood standartlarından elbette sapmadığı ama zanaatkârlığını da –sanatkârlık değil- kesinlikle konuşturduğu film karakterlerini iyi ve kötü olarak ikiye ayıran filmlerden. Ailenin zengin babası ve ona yaranmaya çalışan iki damadı ve üç kızı kötü taraftayken, ailenin dördüncü ve en küçük kızı ve onun tek bekâr ablasına talip olan kahramanımız iyi taraftalar. Bu “iyilik” ve “kötülüğün” sembolü olan sahneler de var filmde. Ailenin yaşlı uşağına kahramanımız iyi davranırken, diğer damatlar yüzüne bile bakmadan bir uşağa nasıl davranılması gerektiğini düşünüyorlarsa öyle davranıyorlar. Tabi ki bu farklılık kahramanımızın uşağı kendisi ile eşit görmesinden değil vicdanlı olmasından kaynaklanıyor; kısacası neden bir insan diğerlerine hizmet etmek zorundadır diye bir sorgulaması yok filmin. Siz de çok çalışın, sizin de uşağınız olsun yaklaşımı da Amerikan rüyasına uygun olan sonuçta. Dönemine uygun ama bugün için çok fazla konuşmalı olan film özellikle altyazılı izleyecekler için hayli yorucu olabilir çünkü nerede ise diyalogsuz tek sahne yok filmde.

Capra başta yukarıda sözünü ettiği yarış sahnesi olmak üzere kimi başka hayli keyifli sahnelere imza atmış. Birbirini zengin zanneden ve diğerinden borç istemek için pahalı bir lokantada buluşan iki karakterin yemek sahnesi mizanseni, esprileri ve diyalogları ile çok eğlenceli. Crosby ve kendisine eşlik eden Coleen Gray ve Clarence Muse tarafından seslendirilen şarkılar ve özellikle “Sunshine Cake” adlı çalışma melodisi ve koreografisi ile başarılı ve seyirciyi de cezbedecek özellikte. Crosby’nin rol için biçilmiş kaftan olduğunu ve üzerine düşeni fazlası ile yaptığını, diğer oyuncuların da ona başarı ile eşlik ettiğini belirtelim. Esprileri, akıcı hikâyesi, oyunculukları ve hem kendi ölçülerinde de olsa ders veren hem de seyirciye içinde yaşadığı sistemin içinde mutlu olabileceğini gösteren akıllıca yazılmış senaryosu ile kendisini seyrettiren bir Hollywood filmi özet olarak.

(“Dörtnala”)

It’s a Wonderful Life – Frank Capra (1946)

“Sana büyük bir hediye verildi; sen olmadığında dünyanın nasıl bir yer olacağını görmek”

İyi yürekliliği ve kendi arzularını ikinci plana atarak yaptığı fedakârlıklar ile çok sevilen bir adamın intiharı düşünmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Frank Capra’dan bir Amerikan masalı. Amerikan rüyasına inanan ve gerçekleştiren insanlar hakkında yaptığı filmler ile tanınan bu sinemacı, özellikle İkinci Dünya Savaşı öncesinde yaptığı filmler ile hayli popüler olmuş ama savaş sonrası eski formunu biraz yitirmiş bir sanatçı. Bu filmi ise işte bu döneminin en ilgi gören filmi olmuş muhtemelen. Her ne kadar ilk gösterildiği yıl çok ilgi görmemişse de bugün özellikle ABD ve İngiltere’de Noel döneminin en popüler filmlerinden biri olarak klasik olmuş durumda. Capra’nın hemen tüm filmleri gibi küçük insanlar ve onları mutluluğa ulaştıran iyilikleri üzerine olan çalışma bu özelliği ile bir masal havasında ve hikâyeye katılmış ilahi boyut ile de seyirciye inancını ve umudunu yitirmemelisin diyor.

Amerikan değerlerine ve insanlarına bu denli inanan bir yönetmenin inançlarını sergilediği bir filmin FBI tarafından bir kenara “not edildiğini” bilmek İkinci Dünya Savaşı sonrasının Amerika’sında komünizm paranoyasının ulaştığı boyutları anlamak için çok iyi bir örnek. FBI’ın filmi şüpheliler arasına alma nedeni ise hikâyede bankacıların ve zenginlerin acımasızlık ve hırslarının ana temalardan birisi olması. Evet hikâye bunun üzerine ilerliyor ama bu kötülüğün karşısına bir sistem değişikliğini değil küçük insanların dayanışmasını koyuyor ve masalsı çözümler ile sistemin bekasını da garanti altına alıyor sonuçta. Üstelik kahramanımızın gayet doğal bir biçimde söylediği “Şehrin yarısı işten çıkarıldı; ucuza kapatabilir işçileri” gibi cümleleri de var filmin. Yaşadığı kasabada hemen herkese bir iyiliği dokunmuş, yaptığı fedakârlıklar dünyayı gezmek ve üniversitede okumak gibi pek çok hayalini gerçekleştirememesine neden olmuş olan kahramanımızın hikâyesini Capra başarılı siyah-beyaz görüntüler ve Dimitri Tiomkin’in etkili müzikleri eşliğinde anlatıyor.

Kapitalizmin vahşi olanına karşı vicdanlısını öneren filmde kasabanın küçük insanlarının göz yaşartan dayanışmasını, ailenin güzelliğine düzülen övgüler ve yapılan iyiliğin mutlaka karşılığını bulacağı vurgusu ile anlatan Capra en büyük desteği James Stewart’ın parlak oyunundan alıyor. Filmin ilk yarısındaki konuşkan (ki senaryonun bugünün ölçüleri ile çenesinin hayli düşük olduğunu söyleyelim) ve neşeli, ikinci yarısında ise depresyonun dibine vurmuş karakterini klasik bir oyunculuk ile kayıtsız kalınamayacak bir dinamizm ve duygusallık ile canlandırıyor sanatçı. Stewart çocuklarının yanında patladığı sahnede ve gittiği barda usta oyunculuğunu konuşturuyor örneğin.

“Dua edin ve birbirinizi sevin; Tanrı sizi dinleyecektir” diyen bu masalsı film başta melek Clarence olmak üzere kimi karakterleri bir parça karikatür niteliği taşısa da Amerikan sinemasının görülmesi gerekli klasiklerinden. İyi anlatılmış, iyi oynanmış bu “kendini iyi hisset” filmi hayli ustalıkla kotarılmış finali ile de hem hüzün hem de umut uyandıracaktır içinizde ve ne kadar katı olursanız olun bu duygulardan kaçınmanız pek mümkün değil açıkçası. Hayatın aile, dostlar ve dayanışma ile harika olduğunu söyleyen bu gerçek klasik küçük mizah anları ile de ilgiyi hak eden bir sinema eseri.

(“Şahane Hayat”)