Papillon – Franklin J. Schaffner (1973)

“Suçun bir insanın işleyebileceği en büyük suç. Seni hayatını boşa harcamakla itham ediyorum”

Fransız Guyana’sındaki bir cezaevinde ömür boyu hapse mahkum edilen bir adam ve orada arkadaş olduğu bir başka mahkumun hikâyesi.

Fransız Henri Charrière’in 1969 yılında basılan aynı adlı kitabından Dalton Trumbo ve Lorenzo Semple Jr tarafından sinemaya uyarlanan filmi ABD’li Franklin J. Schaffner yönetmiş. Charrière’in vahşi koşullar altında geçen cezaevi günlerini ve kaçma çabalarını anlatan otobiyografik roman yıllar sonra gerçekleri -kimine göre epey- çarpıtmakla suçlanmış ve anlatılan pek çok olayın kendisinin değil diğer mahkumların başından geçtiği söylenmiş. Yine de sadece Fransa’da 1.5 milyon satan kitap yüksek popülaritesi ile sinemanın da ilgi alanına girmiş. Kendisi de hayli hacimli kitaptan ortaya çıkan iki buçuk saatlik film aynı anda hem hayli güçlü hem zayıf yanları olan ama genel olarak bakıldığında klasik sinemanın örneklerinden biri olarak bugün de ilgiyi hak eden bir sinema eseri. İki güçlü oyuncusu, Schaffner’in görselliği başarı ile kullandığı klasik mizansen anlayışı ve zaman zaman kazandığı görkemi ile önemli bir film bu.

Gelen mahkumların yüzde kırkının bir yıllarını doldurmadan hayatlarını kaybettiği, “ciddi” disiplin suçlarının giyotin ile cezalandırıldığı ve aylar hatta yıllar süren tek kişilik ve ışıksız hücre cezalarının sıradan olduğu yüksek güvenlikli bir cezaevi olarak hizmet veren bir adada geçiyor hikâyemiz çoğunlukla. Bir kadın satıcısını öldürmekle suçlanmış olan ve göğsündeki dövme nedeni ile “Papillon – Kelebek” olarak çağrılan bir adamla (Steve McQueen) Fransa’nın hazine kağıtları ile ilgili kalpazanlığından dolayı burada bulunan bir diğeri (Dustin Hoffman) hikâyenin iki temel karakteri. “Kelebek” Charrière gerçek hayatta ölümüne kadar masum olduğunu iddia etmiş ve film de onu bir suçludan çok güçlü, kararlı ve iyi bir insan olarak resmediyor çoğunlukla. Romandan kaynaklanan nedenlerle bu iki karakterin geçmişi ile hiç ilgilenmiyor filmimiz ve tam da bu nedenle karakterlerin ilkinin karanlık hücrede geçirdiği aylardan sonra içine düştüğü halüsinasyonların birinde “hayatını boşa harcamakla suçlanmasını ve bunu kabul etmesini” anlatamıyor bize. Buna karşılık iki güçlü senaristin imzasını taşıyan hikâye romandan aldıkları gücü perdeye taşımayı başarmışlar çoğunlukla ve zaman zaman epik bir hava kazanan hikâye çıkarmayı başarmışlar, ama temel bir sıkıntıyı atlamadan söyleyelim bunu. Filmin bazı bölümleri, örneğin kahramanımızın kaçışı esnasında kendisini bulduğu bir yerli köyünde geçen günleri romandakinin aksine hikâyede bir yama gibi durmuş kesinlikle. Yerlilerin iyi yürekliliği kahramanımızın sonradan bir manastırda karşılaştığı ihanetle tezat teşkil ederek bir etki yaratıyor ama yine de tüm bir bölüm içeriği ve yönetmenin mizansen anlayışı ile filmin genel havasının epey uzağına düşüyor. Adeta kahramanımız ile yerliler arasındaki dil engeli burada filmle seyirci arasında oluşuyor ve ilgili sahneler bir erkeğin fantezilerine dönüşüyor nerede ise. Yıllar önce kitabı okuduğumda kahramanın tüm yaşadıklarından sonra bu bölümün hem ona hem okuyucuya o ana kadar olanların tam tersi bir dünyayı tasvir etmesi nedeni ile nefes alma fırsatı verdiğini düşünmüş ve hiç yadırgatıcı bulmamıştım bu sayfaları. Filmden bu duyguyu alamamak hayli ilginç bir eksiklik olarak dikkatimi çekti. Schaffner’in kimi sahnelere de nedense, taşıdığı potansiyeli hak eden bir zenginlik katamadığını da söylemek gerek. Örneğin romanda olmayan timsah yakalama sahnesi ne hedeflendiği kadar heyecan verici ne de arzu edildiği kadar eğlenceli olabilmiş.

İki dev oyuncunun, McQueen ve Hoffman’ın filme kattıkları ise tartışılmaz bir gerçek kuşkusuz. Hoffman senarist Dalton Trumbo ile ilk kez karşılaştığında onun hassas ve çekingen yapısını gözlemiş ve karakterini onu düşünerek şekillendirmiş. Kalın camlı gözlükleri olan ve tabiatına çok aykırı bir ortamda ayakta kalmaya çalışan karakterini tüm beden diline yansıtarak oynuyor ve bu başarısı karakterinin finaldeki halini çok daha çarpıcı kılıyor. Hikâyenin asıl kahramanı Kelebek’i oynayan McQueen elbette. Başta hücrede geçen sahneler olmak üzere canlandırdığı kişinin tüm yaşadıklarını, geçirdiği ruhsal ve fiziksel değişiklikleri inandırıcılığın da ötesine geçen bir performans ile sunuyor bize. Aylarca kaldığı hücresinin kapısındaki küçük delikten başını uzatarak yan hücredeki mahkuma nasıl göründüğünü sorduğu ve aldığı “iyi görünüyorsun” cevabı ile gerçekte ne halde olduğunu anladığı sahnede örneğin kelimenin tam anlamı ile göz yaşartıyor. Hoffman’ın yaptığı fedakârlık nedeni ile McQueen’e minnettarlık ile baktığı sahnede iki karakter arasındaki sevgi ve dostluğu hissetmemek imkânsız ve bunda en büyük pay onların kesinlikle.

Karakterlerin Fransız olduğu, hikâyenin Fransa’ya ait topraklarda geçtiği ve doğal olarak hapishanedeki yazıların Fransızca olduğu bir filmi Amerikalılar çekince herkesin İngilizce konuşması gibi sıradan Hollywood tuhaflığı bir yana, Hollywood için çok alışılmadık yanları da var filmin. Mastürbasyon kelimesinin kullanılabilmesi, başlardaki -uzak çekim de olsa- tüm mahkumların çıplak göründüğü sahne veya eşcinsel bir mahkumun taciz sahnesi filmin özellikle o dönem Amerikan sineması için cüretkâr yanlarının örnekleri. Elbette romanı yazan gibi filmi çekenler de Fransız olsaydı, bu konularda çok daha rahat ve dolayısı ile çok daha doğal bir sonuca ulaşılacak olduğu da açık. Schaffner yerli köyündeki sahnelerde nerede ise bir amatör gibi davranmış ama diğer bölümlerde klasik dili ustalıkla kullanırken ufak oyunlara da girişerek çarpıcı sonuçlar elde etmiş. Örneğin kahramanımızın yerlilerin okları ile vurulup nehire düştüğü ve yavaş çekimin tercih edildiği anlar hayli etkileyici. Buna karşılık halüsinasyon sahneleri daha iyi olabilirmiş açıkası. Jerry Goldsmith’in Oscar’a aday olan görkemli ve filme yakışan müziği ve Fred J. Koenekamp’ın masraftan kaçınılmamış görünen setleri ve doğal mekanları başarı ile görüntüleyen kamerası da filmin artıları arasında yer alıyor. Senaryonun tıpkı kitapta olduğu gibi kahramanlarını hissettiklerinden çok yaşadıkları ile anlatmayı tercih etmesi nedeni ile görselliğin ve onun yaratacağı gerçekçiliğin önem kazandığı filmde “long shot” olarak adlandırılan ve karakterleri ve nesneleri bulundukları mekanla birlikte gösteren ve genellikle geniş açı ile yapılan çekimler tercih edilmiş akıllıca bir şekilde.

Büyük bütçeli ve bir parça da epik havası olan film bugün kimilerinin en sevdikleri listelerinden hiç düşmeyen bir klasik. Sadece McQueen ve Hoffman için bile görülmeyi kesinlikle hak eden film -Amerikan seyircisinin okuma özürlülüğünü gösterecek şekilde garip bir şekilde bir dış sesin söylediği bir cümle ile- kapanırken karakterlerinin macerasına tanık olmuş olmanın keyfini yaratıyor seyircide ki bu da değerinin açık bir göstergesi olsa gerek.

(“Kelebek”)

The Best Man – Franklin J. Schaffner (1964)

“Demokrasilerde halk entelektüellerden değil aptallardan korkmalı”

Partilerinin başkan adayı olarak seçilmek için yarışan adayların gittikçe kirli bir savaşa dönüşen hikâyeleri.

Amerikalı yazar ve politikacı Gore Vidal’ın kendi oyunundan senaryolaştırdığı ve Franklin J. Schaffner tarafından yönetilen film adı verilmeyen bir partinin başkan adaylığı için yarışan beş adaydan özellikle ikisi arasındaki savaşa odaklanıyor ve özetle politikanın ne kadar kirli bir oyun olabileceğini (veya olduğunu) anlatıyor. Taraflardan birinin geçmişteki psikiyatrik rahatsızlığı ve eşini aldatmış olması, diğerinin ise yine geçmişte kalan eşcinsel ilişkileri karşı taraf için güçlü bir silah konumunda ve film bu kirli savaşta adayların ne kadar ileriye gidebileceğini gösterirken bir yandan da demokrasi, vicdan, ahlâk ve politikada temiz kalabilmenin imkânsızlığı üzerine önemli şeyler söylüyor.

Kendisi de başkan adaylığı için yarışmış ve kaybetmiş olan ve yine kendisinin de geçmişte eşcinsel ilişkileri olan Gore Vidal bir açıdan konuya hayli içeriden bakmış denebilir. Oyundan/filmden ortaya çıkan resim politikada “başarıya” ulaşmanın olmazsa olmaz koşulunun rakibini/düşmanını ortadan kaldırmak için her yolu kullanabilme becerisine sahip olmak olduğu. Film boyunca seçim yapan delegeler tehditle, teşvikle, şantajla ayartılıyorlar. Rakiplerin tüm hayatı didik didik ediliyor, aleyhlerine kullanılabilecek herhangi bir zayıf noktalarını yakalamak için. Tüm bu resmin ortasındaki politikacılar (ve anlaşılan özellikle Amerikalı olanlar) kendilerini nerede ise ölümsüz zanneden ve kendilerini konumlandırdıkları yerler biz sıradan insanların bulunduğu noktadan çok yukarıda olan insanlar. Filmin bunu öne sürme gibi bir amacı yok ve onun odağı vicdanı ile liderlik arzusu arasında sıkışan bir insanı anlatmak ama film boyunca Amerikalı politikacıların (ve etraflarındakilerin) bir ülkeye değil tüm dünyaya lider olacak bir kişi olmanın (veya bir kişiyi o lider yapmanın) peşinde koştuğunu hissediyorsunuz. Bu liderlik yarışında komünizm paranoyası, o tarihte izleri belirgin bir şekilde duran ırkçılık ve din en çok kullanılan araçlar. Rakibini komünist olmakla “suçlamak”, eyaletinde beyaz ve siyahların birlikte okuduğu karma okullardan hiç açtırmamış olmakla övünmek ve her iki cümleden en az birinin içinde Tanrı kelimesinin geçmesi sıradan tercihler bu yarışta.

Henry Fonda zeki, entelektüel, esprili, liberal ama kimilerine göre başkanlık için yeterince sert bir kişiliği olmayan adayı oynarken, Cliff Robertson hırslı, sert ve kirli yollara sapmaktan çekinmeyen adaya can veriyor. Her iki oyuncu da rollerinin hakkını vermişler ama onların önüne çıkan isim eski başkan rolündeki Lee Tracy oluyor. Tracy tiyatroda da canlandırdığı rolde yorgun, hasta ve kendisinden sonraki en doğru adayı bulmaya çalışan başkan rolünde etkileyici bir performans veriyor. Her iki adayın eşlerini oynayan Edie Adams ve Margaret Leighton da filmin yüksek oyunculuk düzeyine eşlik etmeyi başarıyorlar. Sonlardaki iki adayın yüzleşme bölümünde hayli etkileyici bir mizansen ortaya koyan yönetmen Schaffner bunun dışında kendisini geri çekmiş ve filmin senaryosunun öne çıkmasını sağlamış. Vidal’ın senaryosu da akıcılığı ve diyaloglarının parlaklığı ile göz dolduruyor açıkçası ama film zaman zaman sıkı ve keyifli bir tiyatro oyunu seyrettiğiniz havasını kıramıyor. Sonuç olarak ne anlattığı nasıl anlattığının çok önüne geçen bir film karşımızdaki.

Hikâyede olduğu gibi gerçek hayatta da kötünün zaferi engellenebilir mi veya herhangi bir kararımız vicdanımıza ters düştüğünde bedeli ne olursa olsun geri adım atabilir miyiz soruları için seyircisini kişisel cevaplarını aramaya teşvik eden film politikanın doğası gereği kirli olduğunu ve bundan kaçınmanın da mümkün olmadığını çok net gösteriyor. Yönetilenlerin içindeki tüm kötülüklerin toplamı kadarına sahip olunmadığı sürece yöneten olmak imkânsız gibi. En iyi olanın değil en güçlü olanın kazandığı bir oyun bu.

(“En İyi Adam”)