Night of the Living Dead – George A. Romero (1968)

“Kimliği belirsiz katiller tarafından toplu cinayetler işlenmeye başlanmıştır. Ani olarak başlayan bu cinayetler hiçbir sebebe dayanmaksızın; köylerde, şehirlerde, kırsal kesimlerde ve yerleşim alanlarının dış kesimlerinde işlenmekte ve büyük bir alana yayılmaktadır. Görgü tanıklarının bir kısmı katillerin normal görünümlü insanlar olduklarını, bir kısmı da onların transa girmiş gibi davrandıklarını söylemektedir. Bu noktada halkın nasıl bir tehdit altında olduğunu, kime ya da neye karşı ve ne şekilde korunması gerektiğini saptamak oldukça zor görünüyor”

Canlanan cesetlerin saldırısına uğrayan bir grup insanın sığındıkları evde verdikleri mücadelenin hikâyesi.

Senaryosunu George A. Romero ve John Russo’nun yazdığı, yönetmenliğini Romero’nun yaptığı bir ABD filmi. Bu düşük bütçeli “off-Hollywood” filmi kazandığı yüksek gişe geliri ile 1968’in seyirciden epey ilgi gören filmlerinden biri olurken, içerdiği sert sahneleri ile oldukça olumsuz eleştiriler de almıştı; ne var ki bu eleştiriler filmin zamanla bir kült yapıta dönüşmesine engel olamadı ve devam filmleri ve yeniden yapımlar sayesinde bir markaya dönüştü Romero’nun çekici yaratıcılığının sonucu. İlk modern zombi (bu sözcük filmde hiç kullanılmıyor) filmlerinden biri oarak kabul edilen; basit hikâyesi, yıldız oyuncu bulunmayan kadrosu ve makyaj dışında hemen hiç efekt kullanılmamış olması ile de bilinen; alçak gönüllü bir yapıtın bugün nasıl hâlâ keyifle izlenen bir esere dönüştürüldüğüne tanık olmak açısından da izlenmesi gereken ve her sinemaseverin en az bir kez görmesi gereken bir korku klasiği.

En fazla 125 Bin Dolar’a mal olduğu söylenen film 18 Milyon’u ABD’de olmak üzere toplam 30 Milyon Dolar gişe geliri elde etmiş, özelllikle eleştirmenlerin pek de olumlu olmayan değerlendirmelerine rağmen. Filmin ortak senaristlerinden biri olan -ve bugün kayıp olan bir kısa film hariç tutulursa- Romero’nun ilk kez yönetmenliği de üstlendiği çalışmada onu kurgucu (Hugh C. Daly ile birlikte) ve görüntü yönetmeni olarak da görüyoruz bir düşük bütçeli filmde sıklıkla görüldüğü üzere. Bir mezarlıkta açılan hikâyenin önemli bir kısmı, biri çocuk olan yedi kişinin sığındıkları evin içinde geçiyor ve Romero gerçekten de büyük bir bütçeye ihtiyaç duymadan bu hikâyeyi etkileyici bir şekilde anlatabiliyor bize.

Kardeş olan ve babalarının mezarını ziyarete giden bir erkek ve bir kadınla açılıyor film. Yaşadıkları yerden hayli uzakta olan mezarlıkta yaşanan ilk saldırı ânına kadar, hayli vurgulu tonları olan müzik, Romero’nun tedirgin kamera açıları ve diyaloglar bir şeyler olacağını size sürekli hissettiriyor; yakaladığı bu hissi hikâyenin sonuna kadar da canlı tutuyor Romero. İzlediğimiz öyküyü oldukça basit tutmuş senarist ikili; dirilen ölüler ve onların saldırdıkları insanlar arasındaki mücadele izlediğimiz temelde. Bu küçük hikâyeye yan unsurlar katılmış elbette: Örneğin televizyonda yayınlanan bir haber programında gösterildiği üzere, yaşananlara karşı bilim adamları ile askerlerin farklı yaklaşımları bir militarizm eleştirisi içeriyor; Venüs’e gönderilen bir uydunun neden olduğu radyaoktivite ile ilgili gerçekler halka tam anlamı ile açıklanmıyor; belki daha da önemli olarak, hikâyenin kahramanı bir siyah ve onunla evdeki beyaz bir erkek arasındaki iktidar çatışması akla 1960’lı yıllarda Amerika’da çok sıcak olan ırkçılığın izlerini taşıyor (aslında bu karakter hikâye ilk yazıldığında beyazmış ama rol o tarihlerde tanınmamış bir tiyatro oyuncusu olan Duane Jones’a verilince bir parça değişiklik yapılmış senaryoda). Bu yan ögeler filmin asıl hikâyesi içinde belki çok önemli bir yer tutmuyor aslında ve sonuncusu da daha derin okumalara meraklı olanların dikkatini çekebilir sadece.

Erkek kardeşinin kadının korkusu ile dalga geçmesi, oğlanın mezarlık ziyaretinin yoruculuğundan şikâyeti ve kız kardeşinin duasına sabırsızlık göstermesi gibi “şimdi başlarına bir şeyler gelecek” duygusunu yaratan “klişe” anları var filmin ama Romero’nun yapıtının özgünlüğünü ve daha sonra kendisinin ve başkalarının defalarca tekrar kullanacağı numaraların etkileyiciliğini azaltmıyor bu. En temel efektlerin zaman zaman eğik açılara başvuran kamera kullanımı, yaşayan ölülere uygulanan makyaj çalışması ve ses efektleri olduğu film ölülerin dirilmesinin kaynağını bile ikinci plana atarak, zombiler ile kurbanları arasındaki mücadeleye odaklanıyor temel olarak ve gerilimini nedenden çok, ne/nasıl olacak üzerinden kurmayı tercih ediyor. Romero bunu yaparken de, mezarlıkta yaşananları karakterlerden birine baştan aşağı tekrar anlattırmak veya bir haber bültenini uzun uzun seyrettirmek gibi “ucuz” numaralara başvurmaktan da çekinmiyor hikâyeyi uzatabilmek için. Bir başka filmde rahatsız edebilecek bu tercihler burada ise aksine filme hayli yakışıyor ve ortaya tüm unsurlarının uyum içinde bir arada olduğu bir bütün çıkıyor. Duane Jones’un güçlü ve yalın bir performans sunduğu ve Amerikan sinemasında siyah bir karakterin hikâyenin kahramanı olduğu ilk örneklerden biri olan yapıta önemli bir katkı sunduğu filmin diğer oyuncuları onun gerisinde kalmış görünüyorlar ve esere bu açıdan çok sağlam bir değer katmıyorlar; ne var ki bu da filmin “ucuz”luğu ile uyumlu kesinlikle. Sonuçta film bir Roger Corman ucuzluğu ile ana akım arasında ve kendine özel bir yerde duruyor.

Duan Jones’un karakteri soğukkanlılığı, becerileri ve zekâsı ile bir siyah karakter için Amerikan sinemasında o tarihlerde benzeri çok az görünen bir örnek kuşkusuz. Evdeki beyaz aile babası karakterinin tipik bir Amerikan sağcılığının/muhafazakârlığının uzantısı olduğunu düşünebiliriz bireysel çıkarını öne çıkaran ve dayanışmadan uzak duran tavrını dikkate alırsak. Eşinin “Birlikte yaşamaktan hoşlanmayabiliriz ama birlikte ölmek hiçbir şeyi çözmez” cümlesi ise -eğer bir politik/toplumsal okuma arzusu duyuyorsak- beyaz ve siyahların birlikte yaşamalarının zorunluluğuna bir gönderme olarak görülebilir. Öykünün siyah kahramanının etkileyici finalde fotoğraf kareleri ile gösterilen akıbeti ise, ABD’de ırkçıların, örneğin Ku Klux Klan örgütünün siyahlara uyguladığı vahşeti hatırlatıyor; bu seçimle özellikle bu amaçlanmış olmasa da, zombilerin tümünün beyaz ve başına feci bir son gelenin siyah olması bunu çağrıştırıyor kesinlikle.

Birkaç dakika içinde yakılmayan tüm cesetlerin zombiye dönüştüğü filmde, evin üst katındaki cesedin bu akıbetten neden muaf olduğunun açıklanmadığı filmin esin kaynakları arasında, üç kez sinemaya uyarlanan 1954 tarihli Richard Matheson romanı “I am Legend” ve Herk Harvey’in 1962 tarihli filmi “Carnival of Souls” da var. Bütçesini defalarca katlayan gişe gelirinden, dağıtımcılarla yaptığı kötü anlaşmalar nedeni ile pek kazançlı çıkamayan ve, oyuncu ve teknik kadronun çoğunda arkadaşlarını, yakınlarını ve amatörleri kullanan Romero korku türüne yeni bir soluk kazandırdı bu yapıtı ile ve günümüzde hâlâ süren ve onun etkilerini taşıyan zombie filmlerinin de öncüsü oldu bir bakıma. Başta bir korku komedisi olarak yazmışlar hikâyeyi Russo ile birlikte ama son hâlinde daha çok Russo’nun imzası olan senaryo oyunculara bol bol doğaçlama imkânı vermiş söylenenlere göre ki diyalogların bir kısmının “ucuz”luğunu da açıklıyor bu durum. Gösterime ilk çıktığında The New York Times’ın ünlü yazarı Vincent Canby’nin “aptalca”, “çöp” gibi sözcüklerle sert bir biçimde eleştirmesi gibi oldukça olumsuz eleştiriler alan film bugün örneğin Total Film tarafından tüm zamanların en iyi 100 filminden biri olarak kabul edilirken, Canby’nin gazetesine göre de en iyi 1000 filmden biri.

Politik gönderme örneklerine ek olarak, açılıştaki mezarlık sahnesinde özellikle görüntüye alınan Amerikan bayraklarını da anmak gerekiyor. Resmi bilgilere göre toplamda yaklaşık 60 Bin Amerikan askerinin hayatını kaybettiği Vietnam Savaşı’nın en kanlı günlerine denk gelen filmin orada ölenleri anmak ve savaşa eleştiri getirmek amacını güttüğünü düşünebiliriz bu görüntü ile. Eve sığınan bir beyaz kadının, eğer kendisi gibi beyaz olsaydı derhal bir kurtarıcı olarak göreceği siyah adama uzun süre kuşku ile yaklaşmasını, küçük kızın ailesine yaptıklarını ve siyah kahramanın sonunu getirenin tipik bir “redneck” olmasını da ekleyebiliriz bu örneklere.

Bu filmi ilk kez görecek seyircilere, özellikle de gençlere yeterince orijinal görünmeyebilir seyrettiği ama unutulmamalı ki onlara tanıdık gelen her ne varsa, hemen tümü sinema perdesinde ilk kez bu filmde hayat buldu en olgun halleri ile. Özetlemek gerekirse, sinemanın kült sözcüğünü en çok hak edenlerinden biri olan ve onlarca başka örneğe ilham veren bu yapıt her sinemaseverin, özellikle de korku türünün meraklılarının olmazsa olmazları arasına girecek önemde.

(“Yaşayan Ölülerin Gecesi”)

The Dark Half – George A. Romero (1993)

The Dark Half“Bilinçaltınızda onun yaşamasını istediniz. Bunu gerçekten istediniz ve o da gerçek oldu”

Yazdığı popüler romanlarındaki bir karakterin hayatını ele geçirmeye çalıştığı bir yazarın hikâyesi.

Stephen King’in aynı adlı romanından senaryosunu George A. Romero’nun yazdığı ve yine Romero’nun yönettiği bir film. Sinemadaki sayısız King uyarlamalarından biri olan ama başarılı olanları arasında yer aldığı söylenemeyecek olan çalışma 1991’de çekilmiş olsa da yapımcı Orion firmasının finansal problemleri nedeni ile iki yıl sonra girebilmiş gösterime. Başta “serçe”li sahneleri olmak üzere kimi etkileyici anları olsa da ve belki yeni olmayan ama doğası gereği bir çekicilik barındıran yazarıın “alter-ego”sunun canlanması gibi çekici bir noktadan yola çıksa da, film Romero’nun ürkütücü başyapıtlarının yanına yaklaşamıyor pek. Genellikle düşük bütçeli küçük filmlerdeki başarısı ile tanınan yönetmenin burada büyük bir bütçe ile çalışması mı filmin çoğunlukla sıradan görünmesine neden olmuş bilmiyorum ama sonuç çok tatmin edici değil kesinlikle.

Çocukluğundan beri yazar olmak isteyen, kendi adı ile yazdığı düzeyli eserleri pek ilgi görmeyen ama takma ad ile yazdığı ve vahşi bir katili konu alan popüler cinayet roman serisi ile başarı kazanan bir yazarı anlatıyor hikâye. Onun bu sırrını öğrenen bir adamın kendisine şantaj yapması üzerine sırrını kendisi açıklamaya karar veriyor ve sembolik bir törenle bu katil karakterini öldürerek mezara koymaya karar veriyor yayıncısının önerisi üzerine. Sonrasında gizemli cinayetler başlıyor şüpheyi yazarın üzerine çeken. Hikâyenin gerisi cinayetleri işleyenin kim olduğu ve arada yazarımızın başının içinde duyduğu kuş seslerinin ve zaman zaman görüntüye giren binlerce serçenin anlamı üzerine merak uyandıran bir şekilde ilerliyor. Bu merak uyandırma kısmında yer alıyor filmin problemlerinden biri. Hem yazarı hem cinayetleri işleyen karakteri canlandıran ve başarılı makyajın yardımı ile bu karakterlerin ikincisinde aslında tedirgin edici olmayı da başaran Timothy Hutton’ın trajedisi sanatçının oyunculuğunun da pek yükseltemediği bir düzeyde kalıyor ve olması gerektiği kadar etkileyemiyor seyredeni. Filmin sürprizi ise bir Stephen King eseri bağlamında düşünüldüğünde bile ikna edici değil ve bu nedenle beklenen etkiyi yaratamıyor. Kötü karakterin etkileyici ama hikâyeyi sürükleyecek güçte olmaması da filme zarar veriyor.

Bir korku filmine, özellikle de gizem üzerine kurulu bir korku filminin hikâyesine pek uymayan düz bir sinema dili kullanmış George A. Romero ve çok başarılı birkaç sahne dışında çekici bir sinemasal tat da yaratamamış. Serçelerin olduğu tüm sahneler ki bunlarda görüntü yönetmeni Tony Pierce-Roberts’ın ciddi katkısını anmak gerek, çok başarılı. Örneğin finalde evin içinde binlerce serçenin yarattığı kıyametten etkilenmemek mümkün değil. Bu görsel başarısını tüm süresine yayamaması ve hikâyesinin tüm ilginç yanlarına rağmen yeterince sürükleyici olmaması filmi başarılı yapımların arasına koymaya engel oluyor ne yazık ki. King’in romanında da yer alan pipolu eksantrik yaşlı akademisyen kadın karakterinin başlıca örneği olduğu klişe karakterler de yardımcı olmuyor filme. Gerçeğe dönüşen rüyanın zaten pek başarılı olmayan görselliğinin bir de klişeye yakın bir hava taşıması da Romero’ya pek yakışmamış açıkçası.

Yine bir King uyarlaması olan “Misery – Ölüm Kitabı”nda bir hayranı yazarın bir karakteri öldürmemesi için ne gerekiyorsa yapıyordu; burada ise karakterin kendisi bu sonuna kadar gitme işini üstlenmiş görünüyor. Ne var ki bu yapımların ilkinin çekiciliği yok burada ve film bir türlü belli bir düzeyin üzerine çıkamıyor. Yazarımızın ikiz çocuk babası olması, hikâyenin başında verdiği bir ders sırasında öğrencilerine içlerindeki ikinci kişiliği serbest bırakmak üzerine bir konuşma yapması ve sürprizin ikiz olmakla bağlantılı olması gibi ortak bir temaya sahip unsurların birbirini bütünleyici bir şekilde kullanılamamış olmasını da filmin problemleri arasına eklemek gerekiyor. Peki bunca kusuruna rağmen filmi en azından “görülmesinde yarar var” kategorisine koyabilir miyiz sorusunun cevabı ise evet sanırım. Filme zarar verse de tüm o klişelerin (görsellik, karakter ve olay örgüsündeki) bir süre sonra hissettirdiği nostalji de önemli ama asıl olarak efektlerin yukarıda belirtilen final sahnesindeki kullanımı filmi seyre değer kılan. Kuşların bir adamı parçalayarak yok etmesi sahnesindeki beceriye şapka çıkarmak gerekiyor kesinlikle.

(“Hayatı Emen Karanlık”)