Dark Blood – George Sluizer (2012)

Dark Blood“Bana aklı başında bir adam göster, sana gerçek bir ahmak göstereyim”

Geçmişte nükleer denemelerin yapıldığı bir çölde yaşayan genç bir adam ve arabaları bozulunca onun evine sığınmak zorunda kalan orta yaşlı bir çiftin hikâyesi.

Henüz 23 yaşındayken hayatını kaybeden ve filmin baş oyuncularından olan River Phoenix’in ölümü üzerine çekimleri yarıda kalan, yönetmen George Sluizer’in on dokuz yıl sonra elindeki malzeme ile bitirerek gösterime soktuğu bir film. Temel olarak üç ana karakter üzerinden ilerleyen film, yarım kalmış olmanın izlerini doğal olarak taşısa da, sadece yapım öyküsünün ilginçliği ile değil, Jim Barton’ın senaryosu ve Sluizer’in yönetmenlik çalışması ile de farklı bir hava yaratmayı başaran ve ilgiyi hak eden bir sinema eseri. Korku/gerilim filmlerinin klasik temalarından biri olan, bir psikopatın eline düşen gezginler hikâyesi, üç oyuncusunun performansları ile belli bir düzeyi yakalayacak şekilde tekrarlanırken, film ilginç olmayı başarıyor ve tam bir sinemasal başarı örneği olamasa da kendini seyrettiriyor kesinlikle.

River Phoenix’in çekimlerin henüz yüzde sekseni tamamlanmışken ölmesi filmin yapım hikâyesindeki temel talihsizlik ama öncesinde de Phoenix ile Judy Davis arasındaki geçimsizliği ve Jonathan Pryce’ın yapım koşulları ile ilgili olarak sonradan “yaptığım en kötü işti” cümlesi ile ifade ettiği mutsuzluğu da taşıyan bir film bu. Phoenix’in ölümü üzerine, sigorta şirketinin deposuna kaldırılan filmi bir arkadaşının yardımı ile oradan “çalan” ve 2012 yılında “Kitle Fonlaması – Crowd Funding” yöntemi ile topladığı para ile filmi tamamlayabilen yönetmen Sluizer’in de iki yıl sonra öldüğünü ve bu filmin son çalışması olarak kaldığını da ekleyelim filmle ilgili notlara. Ed Lachman’ın çölün “sıcak ve dışarıdan yalıtılmış” havasını başarı ile yansıtan görüntüleri ve Florencia Di Concilio’nun etkileyici bir karanlık yanı olan müziğinin desteklediği film, hikâyesi ve özellikle üç ana karakteri ile Roman Polanski’nin “Nóz w Wodzie – Sudaki Bıçak” filmini çağrıştırıyor bir bakıma; bir tekne yerine çöldeki bir evde geçiyor hikâye ve genç adamın çift ile ilgili emelleri üzerine odaklanıyor. Kamyonetinin arkasında ironik bir şekilde “more nukes, less kooks / daha çok nükleer, daha az homoseksüel” çıkartması olan genç adam karısını radyasyonun neden olduğu kanser sonucu kaybetmiş ve inşa ettiği bir tür sığınakta “felâket” sonrası hayat için hazırlık yapıyor bir bakıma. Arabaları bozulunca genç adamın ıssızlığın ortasındaki evinde kalmak zorunda kalan çiftten erkek olanı eskisi kadar parlak günleri olmadığı anlaşılan bir Hollywood yıldızı, kadın ise eskiden çıplak gösteriler yapmış bir şov kızı. Genç adam kadına “göz koyuyor” ve geleceği onunla birlikte kurmayı düşlüyor. Barton’un senaryosu bazen çifti genç adama karşı bir konuma yerleştirerek, ama çoğunlukla da Holywood yıldızı ile genç adamı bir çekişmenin iki tarafı olarak konumlandırarak bir gerilim inşa etmeyi deniyor ve çoğunlukla da başarıyor bunu. Örneğin iki erkeğin çıktığı “avlanma” sahnesi bu gerilimin elle tutulacak kadar somut hale geldiği ve gerek Jonathan Pryce’ın oyunu gerekse ve özellikle de Sluizer’in Avrupa sinemasından yoğun izler taşıyan mizanseni ile hayli başarılı bir biçim ve içeriğe sahip.

George Sluizer, Phoenix’in ölümü nedeni ile çekemediği sahneleri anlatmayı veya bir başka deyiş ile, senaryodan okumayı tercih etmiş. Bazen donan bir görüntü üzerinden, bazen hareketli bir görüntü üzerinden senaryoyu okuyor Sluizer ve gerisini seyircinin hayaline bırakıyor zorunlu olarak. Çok basit gibi görünen ama kesinlikle işe yarayan bir tercih olmuş bu ve hani nerede ise hikâyeye edebî bir tat da katmış gibi görünüyor. Filmin açılışında Sluizer kısaca, “yarım kalan” filmini nasıl tamamladığını anlatırken, elindeki malzemenin iki bacağı olan bir sandalye gibi olduğunu ve yapmaya çalıştığının sağlam biçimde olmasa da onu en azından üç bacağı ile ayakta kalabilen bir sandalyeye dönüştürmek olduğunu söylüyor. Açıkçası bunu başarmış da Sluizer ve eksikliklerin elbette hissedildiği ama akışı doğal görünen bir hikâye yaratabilmiş kesinlikle.

Alttan alta nükleer karşıtı bir mesajı da var filmin; açılıştaki nükleer test sahnelerinin ürkütücülüğü, eskiden nükleer testlerin yapıldığı çölün ve kimi kasabaların terk edilmiş hali veya bu kasabalardan birinin duvarlarında yazılı olan “Beyaz adam, siz bu toprakları zehirlediniz, biz lanetledik” cümlesi gibi öğeler film boyunca karşımıza çıkıp duruyor. Genç adamın kısmen yerli kanından olması, çiftin ise beyazları temsil eden görüntüsü de bu mesajları destekliyor aslında; beyazların gelip yok ettiği bir dünya var karşımızda: Bu, yerlileri yok eden beyaz yerleşimcilerin, çölü ve oradaki yaşamı yok eden nükleer denemeleri yapanların veya işte hikâyemizin odağı olan genç adamın hayatına giren ve final düşünüldüğünde de onu yok eden bir beyaz çiftin “katliam”ı olabilir. Failler, kurbanlar ve sonucun temel nitelikleri değişmiyor aslında diyor film bize. Bu “ciddi” yanına karşılık, hikâyenin zaman zaman gereksiz bir absürt tavır takınması ve bu anlardaki “mizah”ı ise hem bu ciddiyete hem filmin kendisine zarar veriyor.

Çekilemeyen iç sahneleri görebiliyor olsaydık, muhtemelen daha tatmin edici bir sonuç ile karşılaşacaktık ama bu hali ile de film, tüm o ilginç yapım hikâyesi ile birlikte, görülmeyi hak ediyor. River Phoenix’in erken ölümü ile ne büyük bir kayıba neden olduğunu bir kez daha anlamamızı sağlayan ve hem kırılgan hem güçlü bir görünüm sergileyen oyunu, Judy Davis’in -çekilemeyen sahneler etkisini azaltmış olsa da- karakterinin cazibe ile güven arasında yaşadığı ikilemi ve Jonathan Pryce’ın tehdit altında olduğunu hissedince sertleşen karakterini ustalıkla yansıtan oyunu ile de ilgi çeken bir film bu ve tüm bunların ötesinde talihsizliği ile zaten ilginç bir noktada duruyor.

(“Kirli Kan”)