Rsasa Taycheh – Georges Hachem (2010)

“Tanrı bizi birbirimizden korusun”

Lübnan İç savaşı sırasında, 1976’da evlilik arifesinde kafası karışan bir kadının hikâyesi.

Lübnanlı yönetmen Georges Hachem’in ilk filmi. Kaybedilen bir aşkın ve gönülsüz bir evliliğin hikâyesi olarak başlayan film ani bir dönüşle ülkedeki gerilimi de içine alıyor ve başka sularda ilerlemeye başlıyor; başlıyor ama sonra bununla ne yapacağını yeterince bilememiş bir şekilde ilerliyor. Hachem bu bir şekilde zarafet de kattığı filminde yine de kadına ağırlık veren kendi senaryosu ile ilgi toplayabilir.

Georges Hachem’in filmi hepsi bir şekilde acı çeken ama güçlü görünen kadın karakterleri ile sanki ülkesinin kaderine referans veriyor; acılı bir geçmiş, pek umut vaat etmeyen bir gelecek ama yine de sadece yaşanması gerektiği için değil ne olursa olsun var olması ile bile güzel olan bir hayat. Gönülsüz olduğu bir evliliğin eşiğindeki kadının kafa karışıklığından kaybettiği güzel bir geçmişe tekrar uzanmaya çalışmasına, sıradan bir günlük hayat anının içine aniden giriveren şiddetten kadının abisinin tahakküm odaklı yaklaşımına, hikâye kadının olduğu kadar ülkesinin de hikâyesi olarak görülebilir. Sonlardaki trajik ölüm Lübnan’daki hayatın sıradan bir gerçeği ve kadının finaldeki durumu da ülke halkının içinde bulunduğu durumun sembolü bir bakıma ve karakterlerin ne söyleyeceğini bilemediğinden sustuğu sessiz final de hüznü ve çözümsüzlüğün yarattığı umutsuzluğu ile bu bakışı destekliyor. Destekliyor ama Hachem’in senaryosu kadın odaklı bir melodram gibi başlayıp oradan bir iç savaş odağına kayarak ve daha sonra tekrar başladığı yere dönerek bir kopukluk hissine neden oluyor ve kendisine zarar veriyor, ve bu bahsettiğim bakışı da zayıflatıyor. Hikâyenin neden böyle aktığı ikna edici olacak biçimde anlatılamıyor seyirciye.

Nadim Mishlawi’nin zaman zaman Arap ezgilerinden de ilham alan hayli başarılı müziğinin hikâyeyi akıllıca desteklediği ama asla rahatsız edici bir şekilde kendisini öne çıkarmadığı filmde baş roldeki Nadine Labaki her zamanki gibi göz dolduruyor. Yönetmenliğe de el atan ve çektiği her iki film de (“Sukkar Banat – Karamel” ve “Et Maintenant on Va Où? – Peki Şimdi Nereye?” bizde gösterilen sanatçı ülkesinin sorunlarına duyarlı bir isim ve hem yönettiği filmlerde hem de bu ve oynadığı diğer filmlerde kadın bakışını ve duyarlılığını filmlerine taşımaya özen gösteriyor. İçinden çıkılması imkânsız görünen sorun yumağının karşısında ancak bu bakışa ve duyarlılığa sahip olanların bir çözüm üretebileceğini söylüyor sürekli olarak. Burada ise filmin hikâyesindeki üç baş kadın karakterin akıbetleri düşünülünce (biri ölüyor, biri akıl hastanesine düşüyor ve bir diğeri yıllar önce kaybettiği aşkının ve yalnızlığının hüznü ile baş başa kalıyor), pek de umut sergilenmiyor seyirciye. Hachem hep elinde tutmayı başardığı zarafeti keşke filmin kadın karakterlerinin hak ettiği ölçüde güçlü bir hüzün duygusunu seyirciye geçirebilmekte de gösterseymiş diye düşündürüyor film. Özellikle Lübnan’a, tarihine ve olan bitene uzak olan bir seyircinin hissetmekte zorlanacağı bir hüzün çünkü karşımızdaki.

Hachem’in 70’lerde geçen filmi dönem filmlerin zaman zaman kendilerini kapılmaktan kurtaramadığı ve dönemin kimi özelliklerinin altını görsel olarak aşırı bir biçimde çizmek olarak kendisini gösteren hastalıktan uzak durması ile takdiri hak ediyor ve bunda sanat yönetimi kadar hikâyenin önemli bir parçasının (İç Savaşın) ve onun doğurduğu atmosferin bugün de canlı olmasının da payı var elbette. Muriel Aboulrouss’un görüntüleri ve onun mu yoksa yönetmenin tercihi mi bilmiyorum ama başta işlerin çığrından çıktığı akşam yemeğindekiler olmak üzere kamera hareketleri hayli çarpıcı bir başarıya sahip. Ayrıca bulutların arasında bir türlü kendisini gösteremeyen güneş veya ay görüntülerinin biraz fazlası ile ima etmenin ötesine geçmesine rağmen ülkenin ve hikâyenin karakterlerinin aydınlanamayan dünyalarının sembolü olarak kullanımı da akıllıca bir tercih olarak dikkat çekiyor.

(“Stray Bullet” – “Serseri Kurşun”)