Dragonard – Gérard Kikoïne (1987)

“Bazen bir köle olmak, özgür olmaktan daha onurludur”

On sekizinci yüzyılda Karayipler’deki bir adada köleliğe mahkum edilen bir İskoçyalı’nın ve insanlık dışı koşullarda yaşamaya isyan eden kölelerin hikâyesi.

Rupert Gilchrist’in romanından uyarlanan ve Fransız yönetmen Gérard Kikoïne tarafından yönetilen film kölelerin isyanını ucuz bir erotizmle sulandırılmış ve ucuz bir avantür görünümünü taşıyan bir hikâye ile anlatmaya soyunan bir çalışma. Oliver Reed’in neden yer aldığını anlamanın pek mümkün olmadığı film, 1980’lerde bu tür filmlerden bolca üreten Cannon şirketinin yapımcılığında çekilmiş ve kölelik gibi bir konuyu sıradan oyunculukların, hikâyenin ve yönetmenliğin kurbanı yapmış ne yazık ki. Ucuz olsa da erotizmi dışında filmi cazip kılabilecek bir unsuru olmadığını da rahatça söylemek mümkün.

“Master of Dragonard Hil” adında ve aynı yönetmen/oyuncu/senarist kadrosu ile devamı da çekilen film, hikâyede önemli bir yeri olan ve isyan eden köleleri cezalandırma işinde kullanılan kırbaçtan alıyor adını. Köle pazarında satılan beyaz bir İskoçyalı gibi ilginç bir çıkış noktası olsa da bu çıkışın ne hakkını verebilen ne de en azından eli yüzü düzgün ifadesini hak edebilen bir film karşımızdaki ne yazık ki. Olur olmaz her anında kadınların göğüslerini göstermekten çekinmeyen, ucuz ve klişe erotik sahnelere yer veren ve başroldeki genç oyuncu Patrick Warburton’un vücudunu sık sık sergilemekten de çekinmeyen filmin hikâyesi tutarsızlıklarla dolu olduğu gibi, senaryo da epey bir dökülüyor açıkçası. Açılış sahnesinde dış ses bize dönem ve ada ile ilgili bilgiler veriyor ki hem bu bilgiler böyle bir “dış” müdahaleyi gerektirecek kadar önemli değil hem de filmin bize hikâyesi ile söylemesi gerekenleri kolayca kaçarak bu şekilde önümüze koyması pek sevimli değil. Finalde ise adeta birisinin “süre doluyor” uyarısı sonucu alelacele toparlanmış havası ile hikâye birdenbire bitiriveriyor ve ne olduğunu anlamaya fırsat bile bulamıyorsunuz.

Evet, erotizmin bu kadar ucuz olmasına gerek var mıydı gerçekten diye sık sık kendinize soracağınız bir soru ile baş başa bırakıyor sizi film. Beyaz kadınların şehvet delisi gibi ortada dolaştığı, kölelerin kadınlı erkekli erotik danslar yapıp durdukları (gündüz yaşadıkları insanlık dışı hayatı unutmaktan çok, seyirciye görsel malzeme sağlamak için elbette) ve genelev havalı “salon”unda erotik şovlar düzenlenen bir ada gösteriyor bize hikâye. Yönetmen Gérard Kikoïne sıklıkla başvurduğu zorlama zumlarla bir hareket getirmeye çalışmış filmine ama nafile. Vasat oyunculukların başını alıp gittiği filmde Oliver Reed ise bir istisna olarak kendisini gösteriyor. Yan rolde olduğu halde, elbette ticari bir düşünce ile jenerikte adı yazılan ilk oyuncu olan Reed diğer tüm oyuncuları ve hikâyenin vasatlığını/anlamsızlığını unutup ve biraz da abartarak oynayıp duruyor film boyunca. Anlaşılan bu filmden sağ çıkmak için böyle bir yol seçmiş kendisine. Özellikle kadın oyuncuların döküldüğü film oyunculuk alanında da “ucuz” havasını devam ettirmiş.

Oysa filmin bu ucuz avantür havasına sığınmasına hiç gerek duymayacağı epey bir malzemesi varmış elinde: İsyan eden köleler, köle olarak kullanılan bir İskoçyalı, bir kölenin diğer kölelere ettikleri ki üzerinden sınıf kavramı üzerine düşünceler üretilebilir vs. Bunun yerine film tüm bu malzemeyi nasıl sömürebilirim üzerinde epey düşünmüş ama sonuçta onu da yüzüne gözüne bulaştırmış görünüyor. Batan bir güneş fonunda kırda koşan aşıklar gibi görsel “numara”lardan, sırası ile koşan aşıklar – acı çeken köleler – sevişen aşıkları görüntüleyen kurguya, kötü çekilmiş ve oynanmış bir kavga sahnesinden aynı derecede başarısız bir kovalamaca sahnesine filmin sinema dili de yetersiz. Kırbaçlama sahnesinde yüz kırbacın her birine nedense tek tek tanık olduğumuz ve üstelik bu tanıklığa dehşetten çok nerede ise erotizmin eşlik ettiği filmde yönetmen arada zumlar dışında eğik çerçevelere de başvurmuş ki nedenini anlamak mümkün değil. Özetle, kölelerin isyanını kötü bir erotizm ve şiddet hikâyesinin içinde boğan bir film karşımızdaki.