“Benim var olabilmem için, biri saplantılı diğeri bağımlı iki kumarbazın karşılaşması gerekiyordu”
Her ikisi de kumar tutkunu, biri “Tanrı’nın çağrısı” ile basının kilisesini terk edip İngiltere Kilisesi’ne katılan bir rahip, diğeri kendisine yüklü bir miras kalan ve erkeklerin egemen olduğu dünyanın çizdiği sınırlardan kurtulmayı çalışan bir kadının hikâyesi.
1800’lü yılların ikinci yarısında geçen hikaye Peter Carey’in aynı adlı ve Booker ödülü kazanan romanından Avustralyalı Laura Jones tarafından uyarlanmış ve Avustralya – İngiltere – ABD ortak yapımı olan filmi bir başka Avustralyalı olan Gillian Armstrong yönetmiş. İki baş oyuncusu olan Ralph Fiennes ve Cate Blanchett’ın kesinlikle çok başarılı oyunları ile sürüklediği film, farklı konusu, müziği, görüntüleri ve set tasarımları ile de ilgi çekiyor. Bir dönem filmini, bu tür filmlerin sıklıkla düştüğü en büyük tuzak olan hantal yapıdan uzak ve zarif/kırılgan bir şekilde anlatabilmek gibi bir başarıya imza atan Armstrong, onca farklı olayı konu alan hikâyesini iki saate aşan süresine rağmen yeterince derin işleyememiş gibi görünüyor öte yandan.
Çok bilinen/sevilen bir romanı uyarlamak hem çok cazip hem de riskli bir deneme olmuştur sinemacılar için. Peter Carey’in prestijli Booker ödülünü 1988 yılında kazanan bu romanı ile ilk ilgilenen İngiliz yönetmen John Schlesinger olmuş ama kendisini mutlu edecek bir senaryo üretemeyince filmi çekmek Gillian Armstrong’a kısmet olmuş. 1848 yılında, iki kahramanının çocukluklarını göstererek başlayan film bu iki kişiyi ilk yarım saatin sonunda ilk kez karşılaştırıyor ve bu arada hem onların hayat hikâyesinin arka planlarını tanıtma fırsatı buluyor bize, hem de her ikisine de aynı derecede önem verdiği karakterlerinin hikâyesine aşina kılıyor bizleri. Ne var ki senaryo karakterlerini derinlemesine anlatmak için romanın sahip olduğu avantajın sinemasal karşılığını bu anlamda üretmekte sıkıntı yaşamış gibi görünüyor. Çok fazla şey olup bitiyor filmde ve tümü de önemli olan bu olaylar birbiri peşisıra karşımıza geldikçe, hep bir şeylerin eksik kaldığını veya bir şeyleri kaçırdığımızı hissediyoruz. Yine de, bu probleme rağmen senaryo hayli akıcı bir şekilde ilerliyor ve iki oyuncunun da ciddi katkısı nedeni ile olan biteni dikkatle takip etmenizi sağlıyor film. Evet, Ralph Fiennes ve Cate Blanchett ilginçlikleri ile zaten doğal bir çekiciliği olan karakterlerini çok güçlü oyunculuklar ile öyle bir getiriyorlar ki karşımıza, onlara kapılıp gitmemek imkânsız. Fiennes karakterinin tutkulu/kırılgan/zayıf/ hali ile hem bir avantaja hem de bir dezavantaja sahip. Avantajı bu kızıl saçlı, tuhaf görünümlü karakterinin doğal çekiciliği, dezavantajı ise tüm tuhaflıkları ile bu ilginç karakteri gerçekçi kılmanın gerçekten hayli zor bir iş olması. Oyuncu bedenini ve yüzünü dozunda tuttuğu bir “fiziksel abartı” ile kullanarak bu zor işin üzerinden ustaca gelmeyi başarıyor. Cate Blanchett ise daha güçlü görünen karakterini, Fiennes’in aksine fizikselden çok duygusala ağırlık veren bir tarz ile canlandırıyor ve kesinlikle çok güçlü bir sonuç alıyor performansı ile. Kumar tutkularını karşılıklı olarak keşfettikleri sahne, iki oyuncunun başarılarının en çarpıcı örneklerinden biri olarak gösterilebilir.
Camdan inşa edilmiş bir kilisenin uzun ve zorlu bir yolculukla ıssız bir bölgedeki kasabaya taşındığı yolculuk sahnesi ile zaman zaman bir Werner Herzog filminde olduğumuzu hissettiren çalışma, gerek bu bölümdeki başarısı gerekse Avustralya ve İngiltere’den yakaladığı doğa görüntüleri ile alkışı hak ediyor. Usta görüntü yönetmeni Geoffrey Simpson’un asıl başarısı bu “güzel” görüntüleri hoş manzaralar veya güzel bir arka plan olmanın çok ötesine geçirip, hatta hikâyeyi zaman zaman yönlendiren bir unsur kılabilmesi. Thomas Newman’ın gerektiğinde trajik gerektiğinde eğlenceli olabilen bir hava taşıyan müziği de benzer bir başarının sahibi. Janet Patterson’un Oscar’a aday olan kostümlerinin ve filme kesinlikle ciddi bir artı getiren set tasarımlarının ve sanat yönetiminin de hakkını teslim etmek gerek, görsel açıdan sınıfını kesinlikle yüksek notlarla geçen filmin. Nehirde kutsal bir varlık gibi süzülen cam kilise ve içindeki adamın yalnızlığı ve trajedisi tüyler ürperten güzellikte örneğin.
Filmde anlatıcı sesin sahibi ünlü oyuncu Geoffrey Rush ve bir parça fazla kullanılmış da olsa ve her araya girişi gerekli gibi görünmese de anlatıcı rolü ile atalarının hikâyesini anlatıyor bize. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu anlatılan hikâye ne yazık ki kaynak kitabın gördüğü ilgiyi hak edecek kadar derin ve güçlü değil her anında. Filmin orta bölümlerinde yer alan ve ağırlıklı olarak iki baş karakter arasında geçen bölümler daha iyi (ve daha fazla) işlenebilirmiş ve örneğin kilisesi için kumar oynayıp kaybeden rahibin trajedisi bu denli hafif geçilmeyebilirmiş. Filmin süresinin tüm o anlattıklarını doyurucu bir şekilde karşımıza getirmeye yeterli olmadığı düşünülünce, bazı unsurlar da filmden çıkarılmalıymış açıkçası. Kimi gelişmelerin, tesadüflerin bir parça zorlama olduğunu ve karakterleri belli bir durum içinde karşı karşıya getirmek için hayli planlanmış durduğunu da eklemek gerekiyor. Son bir problem olarak da kumar tutkusunun onca sahnenin konusu, karakterlerinin tanımlayıcı bir parçası olmasına rağmen, olayların gidişini belirleyen ve zaman zaman eğlencenin konusu olan bir unsurdan fazlası olarak sergilenememesi.
Dinsel inançlar ve kurumlar, kumar, aşk, macera, kadın hakları ve tüm bunları işleyen olaylar… film için bir parça fazla bunlar elbette. Yine de Gillian Armstrong’un deyim yerinde ise su gibi akan yönetmenliği ve sahnelemesi bu fazlalığın çok da rahatsız edici olmamasını sağlıyor kesinlikle. Görsel başarısı ve iki oyuncusu ile zaten izlenmeyi hak eden film, Armstrong’un bu başarısı ile ayrıca değerlenen bir çalışma, özet olarak.
(“Oscar ve Lucinda”)