Oscar and Lucinda – Gillian Armstrong (1997)

Oscar_and_Lucinda“Benim var olabilmem için, biri saplantılı diğeri bağımlı iki kumarbazın karşılaşması gerekiyordu”

Her ikisi de kumar tutkunu, biri “Tanrı’nın çağrısı” ile basının kilisesini terk edip İngiltere Kilisesi’ne katılan bir rahip, diğeri kendisine yüklü bir miras kalan ve erkeklerin egemen olduğu dünyanın çizdiği sınırlardan kurtulmayı çalışan bir kadının hikâyesi.

1800’lü yılların ikinci yarısında geçen hikaye Peter Carey’in aynı adlı ve Booker ödülü kazanan romanından Avustralyalı Laura Jones tarafından uyarlanmış ve Avustralya – İngiltere – ABD ortak yapımı olan filmi bir başka Avustralyalı olan Gillian Armstrong yönetmiş. İki baş oyuncusu olan Ralph Fiennes ve Cate Blanchett’ın kesinlikle çok başarılı oyunları ile sürüklediği film, farklı konusu, müziği, görüntüleri ve set tasarımları ile de ilgi çekiyor. Bir dönem filmini, bu tür filmlerin sıklıkla düştüğü en büyük tuzak olan hantal yapıdan uzak ve zarif/kırılgan bir şekilde anlatabilmek gibi bir başarıya imza atan Armstrong, onca farklı olayı konu alan hikâyesini iki saate aşan süresine rağmen yeterince derin işleyememiş gibi görünüyor öte yandan.

Çok bilinen/sevilen bir romanı uyarlamak hem çok cazip hem de riskli bir deneme olmuştur sinemacılar için. Peter Carey’in prestijli Booker ödülünü 1988 yılında kazanan bu romanı ile ilk ilgilenen İngiliz yönetmen John Schlesinger olmuş ama kendisini mutlu edecek bir senaryo üretemeyince filmi çekmek Gillian Armstrong’a kısmet olmuş. 1848 yılında, iki kahramanının çocukluklarını göstererek başlayan film bu iki kişiyi ilk yarım saatin sonunda ilk kez karşılaştırıyor ve bu arada hem onların hayat hikâyesinin arka planlarını tanıtma fırsatı buluyor bize, hem de her ikisine de aynı derecede önem verdiği karakterlerinin hikâyesine aşina kılıyor bizleri. Ne var ki senaryo karakterlerini derinlemesine anlatmak için romanın sahip olduğu avantajın sinemasal karşılığını bu anlamda üretmekte sıkıntı yaşamış gibi görünüyor. Çok fazla şey olup bitiyor filmde ve tümü de önemli olan bu olaylar birbiri peşisıra karşımıza geldikçe, hep bir şeylerin eksik kaldığını veya bir şeyleri kaçırdığımızı hissediyoruz. Yine de, bu probleme rağmen senaryo hayli akıcı bir şekilde ilerliyor ve iki oyuncunun da ciddi katkısı nedeni ile olan biteni dikkatle takip etmenizi sağlıyor film. Evet, Ralph Fiennes ve Cate Blanchett ilginçlikleri ile zaten doğal bir çekiciliği olan karakterlerini çok güçlü oyunculuklar ile öyle bir getiriyorlar ki karşımıza, onlara kapılıp gitmemek imkânsız. Fiennes karakterinin tutkulu/kırılgan/zayıf/ hali ile hem bir avantaja hem de bir dezavantaja sahip. Avantajı bu kızıl saçlı, tuhaf görünümlü karakterinin doğal çekiciliği, dezavantajı ise tüm tuhaflıkları ile bu ilginç karakteri gerçekçi kılmanın gerçekten hayli zor bir iş olması. Oyuncu bedenini ve yüzünü dozunda tuttuğu bir “fiziksel abartı” ile kullanarak bu zor işin üzerinden ustaca gelmeyi başarıyor. Cate Blanchett ise daha güçlü görünen karakterini, Fiennes’in aksine fizikselden çok duygusala ağırlık veren bir tarz ile canlandırıyor ve kesinlikle çok güçlü bir sonuç alıyor performansı ile. Kumar tutkularını karşılıklı olarak keşfettikleri sahne, iki oyuncunun başarılarının en çarpıcı örneklerinden biri olarak gösterilebilir.

Camdan inşa edilmiş bir kilisenin uzun ve zorlu bir yolculukla ıssız bir bölgedeki kasabaya taşındığı yolculuk sahnesi ile zaman zaman bir Werner Herzog filminde olduğumuzu hissettiren çalışma, gerek bu bölümdeki başarısı gerekse Avustralya ve İngiltere’den yakaladığı doğa görüntüleri ile alkışı hak ediyor. Usta görüntü yönetmeni Geoffrey Simpson’un asıl başarısı bu “güzel” görüntüleri hoş manzaralar veya güzel bir arka plan olmanın çok ötesine geçirip, hatta hikâyeyi zaman zaman yönlendiren bir unsur kılabilmesi. Thomas Newman’ın gerektiğinde trajik gerektiğinde eğlenceli olabilen bir hava taşıyan müziği de benzer bir başarının sahibi. Janet Patterson’un Oscar’a aday olan kostümlerinin ve filme kesinlikle ciddi bir artı getiren set tasarımlarının ve sanat yönetiminin de hakkını teslim etmek gerek, görsel açıdan sınıfını kesinlikle yüksek notlarla geçen filmin. Nehirde kutsal bir varlık gibi süzülen cam kilise ve içindeki adamın yalnızlığı ve trajedisi tüyler ürperten güzellikte örneğin.

Filmde anlatıcı sesin sahibi ünlü oyuncu Geoffrey Rush ve bir parça fazla kullanılmış da olsa ve her araya girişi gerekli gibi görünmese de anlatıcı rolü ile atalarının hikâyesini anlatıyor bize. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu anlatılan hikâye ne yazık ki kaynak kitabın gördüğü ilgiyi hak edecek kadar derin ve güçlü değil her anında. Filmin orta bölümlerinde yer alan ve ağırlıklı olarak iki baş karakter arasında geçen bölümler daha iyi (ve daha fazla) işlenebilirmiş ve örneğin kilisesi için kumar oynayıp kaybeden rahibin trajedisi bu denli hafif geçilmeyebilirmiş. Filmin süresinin tüm o anlattıklarını doyurucu bir şekilde karşımıza getirmeye yeterli olmadığı düşünülünce, bazı unsurlar da filmden çıkarılmalıymış açıkçası. Kimi gelişmelerin, tesadüflerin bir parça zorlama olduğunu ve karakterleri belli bir durum içinde karşı karşıya getirmek için hayli planlanmış durduğunu da eklemek gerekiyor. Son bir problem olarak da kumar tutkusunun onca sahnenin konusu, karakterlerinin tanımlayıcı bir parçası olmasına rağmen, olayların gidişini belirleyen ve zaman zaman eğlencenin konusu olan bir unsurdan fazlası olarak sergilenememesi.

Dinsel inançlar ve kurumlar, kumar, aşk, macera, kadın hakları ve tüm bunları işleyen olaylar… film için bir parça fazla bunlar elbette. Yine de Gillian Armstrong’un deyim yerinde ise su gibi akan yönetmenliği ve sahnelemesi bu fazlalığın çok da rahatsız edici olmamasını sağlıyor kesinlikle. Görsel başarısı ve iki oyuncusu ile zaten izlenmeyi hak eden film, Armstrong’un bu başarısı ile ayrıca değerlenen bir çalışma, özet olarak.

(“Oscar ve Lucinda”)

High Tide – Gillian Armstrong (1987)

“Biliyor musun, bugüne kadar hep cesur, özgür ve maceracı bir hayat sürdüğümü düşünmüştüm, ama öyle değilmiş. Meğer korkakmışım”

Vokalist olarak çalışan bir kadının zorunlu olarak konakladığı bir yerde yıllar önce ayrıldığı kızı ile karşılaşmasının hikâyesi.

Avustralya sinemasından, Gillian Armstrong’un yönettiği bir dram. Aile olmak, anne olmak, sorumluluklar ve ilişkiler üzerine alçak gönüllü bir hikâyesi olan eser, başrol oyuncularının ve özellikle Judy Davis’in oyunu ile ilgi çeken, yönetmen, senarist ve üç baş oyuncusunun da göstergesi olduğu gibi bir kadın filmi olarak da nitelenmeyi hak eden bir çalışma. Biraz fazla düz akması ve hikâyesinin yeterince doyurucu olmaması gibi kusurlarına rağmen, sade dramlardan hoşlananların ilgisini çekmeye aday bir film bu.

Elvis Presley’i taklit eden bir adama eşlik eden vokalistlerden biri olan kadının gruptan atılması ve arabasının da arızalanması nedeni ile zorunlu olarak kaldığı bir kamping alanında yıllar önce ve bebekken terk ettiği, şimdi on beş yaşında olan kızı ile tesadüfen karşılaşmasını anlatıyor filmimiz temel olarak. Hikâyenin “gerilim” noktası da elbette kadın ile kızının bir araya gelip gelmeyecekleri üzerine kurulmuş. Sonuçta çok yeni bir hikâye değil belki ama, senaryoyu yazan Laura Jones (bu filmden önce ve sonra da genellikle kadınların odağında olan senaryoları var ve bunların arasında her ikisini de Jane Campion’ın yönettiği “An Angel at My Table” ve “The Portrait of a Lady – Bir Kadının Portresi” gibi çok bilinen fimlerin hikâyeleri de var) akıllıca hikâyesinin odağına kadının terk etme nedenini ve beklendiği gibi, finalde de anne ve kızının gelecek için kararlarının ne olacağını (ve asıl olarak da kadının kararını) almış. Almış, ama bunları ne kadar doyurucu anlattığı bir parça tartışmalı filmin. Birinci odak noktası, kadının kocasının ani ölümünden sonra kızını kayınvalidesine terk etmiş olmasının nedeninin ikna ediciliği diyaloglardan ve filmin anlatım dilinden çok, kadını canlandıran Judy Davis’in parlak oyunundan kaynaklanıyor. Benzer şekilde kadın, kızı ve kayınvalide arasındaki ilişkilerde de diyaloglarda veya hikâyenin akışında çok da yeni bir şey yok. Bu anları kurtaran ise yine Davis, onun kayınvalidesini oynayan Jan Adele ve kızını oynayan, o tarihlerin genç oyuncusu Claudia Karvan’ın uyumlu ve dozunda tutulmuş duygusallığı olan oyunları oluyor. Kuşkusuz Davis’in başarısını ayrıca öne çıkarmak gerekiyor; karakterini özellikle sevilecek veya nefret edilecek değil üzerinde düşünülecek bir konuma getirmesi onun parlak oyunculuğunun bir örneği kesinlikle.

Yaptığı film müzikleri ile ülkesinde pek çok ödül kazanmış olan Peter Best’in çekici ama az kullanılmasına rağmen zaman zaman saksafon ağırlıklı teması ile fazla öne çıkan müziği ve yine bol ödüllü bir Avustralyalı görüntü yönetmeni olan Russel Boyd’un doğal ışık kullanımı ile dikkat çeken kamera çalışmasının da hikâyesine katkıda bulunduğu filmde kadının idealize edilmemesi, anneliğin “doğal bir kutsallık” ile süslenmemesi ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmindeki gibi bir “sevgi neydi… sevgi emekti” düsturunun ters yönden gündeme getirilmesi önemli. Üç farklı nesilden kadının arasında geçen hikâyesi ile film sevmenin, sorumluluk almanın öğrenilebilirliği ve daha da önemli olarak belki de gerçek sevginin kendiliğinden zaten var olan üzerinden değil tanıma, bilme ve paylaşma üzerinden üretilebileceğini söylüyor bize. Kadının tanıştığı bir erkekle ilişkisinin akıbetinin nedeni ise yoruma açık gibi olsa da erkeğin ilerisi için kurduğu hayallere kadının sessizliği bu konuda bir ipucu da veriyor aslında bize.

Yönetmen Gillian Armstrong’un hikâye için bir parça fazla düz bir anlatımı benimsemesi ve kimi sahneler arasındaki geçiş yöntemi tercihleri filmin biraz eskimiş görünmesine neden olmuş gibi duruyor. Başlarda kadın ve kızının -henüz karşılaşmamışken- sahnelerinin peş peşe gösterilmesi gibi tercihler ise gereksiz bir dram yaratma çabası açıkçası. Buna karşılık finalde kameranın önce uzaklaşarak sonra da yaklaşarak olan bitene sağladığı zarif destek yönetmenin başarı hanesine rahatça ekleyebileceğimiz doğru tercihler kesinlikle. Elbette Armstrong’un ağlatmaya hayli müsait bir hikâyeyi bundan özenle uzak durarak aktarmasını ve sakin ve “soğuk” anlatımının kadının geçmişteki ve bugünkü davranışları üzerinde daha objektif bir biçimde düşünebilmemizi sağlamasını da ekleyelim Armstrong’un başarıları arasına.

Finali net gibi görünmekle birlikte, sonda Davis’in oyunu ve yönetmenin mizanseni ile dikkatli seyirci üzerinde bir tedirginlik hissi de bırakan film için son olarak, Davis’in gerçek hayatta eşi olan Colin Friels’in canlandırdığı karakterin hikâyeye giriş ve çıkışının bir olmamışlık izlenimi bıraktığını da eklemiş olalım.

(“Yüksek Dalga”)