Murders in the Rue Morgue – Gordon Hessler (1971)

Murders in The Rue Morgue“Senin için geldim, Madeleine. İntikamımı aldım ama bu yeterli değil. Benim… aşka ihtiyacım var”

Paris’te bir tiyatronun oyuncularının birbiri ardından gizemli bir şekilde öldürülmelerinin hikâyesi.

Edgar Allan Poe’nun aynı isimli hikâyesinden Christopher Wicking ve Henry Slesar tarafından sinemaya uyarlanan ve Gordon Hessler’in yönettiği bir İngiliz yapımı. Amerikalı bir yazarın Paris’te geçen hikâyesini sinemaya uyarlayan İngilizler filmin tamamını İspanya’da çekmişler; daha kısa bir ifade ile söylersek, küresel işbirliği ile ortaya çıkan bir film karşımızdaki. Çok bilinen ve modern detektiflik hikâyelerinin ilki olarak kabul edilen bir eserin filme dönüşen bu hali ise ne yazık ki genellikle vasat olarak nitelendirebileceğimiz bir çalışma. Filmin yönetmeni Hessler, hikâyeyi ve sonunu herkes çok iyi bildiği için olay örgüsünü yeniden oluşturduklarını söylemiş ama sonuç bir dedektiflik hikâyesi olmaktan hayli uzaklaşmış. Dedektif karakteri hayli geri planda kalırken, gizemi çözen o olmayınca ve gizem bir parça fazla tahmin edilebilir olunca, filmin çok da tadı kalmamış açıkçası. Yine de, 1970’li yıllardan gelen bu “B filmi”, yapımcı firması American International Pictures’ın uzmanı olduğu “ucuz” gerilim ve korku filmlerinin örneklerinden biri olarak özellikle sinemaseverlerin ilgisini hak ediyor.

Sinemaya uyarlanırken ciddi değişiklikler yapılmış hikâyede ve Poe’nun aynı isimli oyununun oynandığı bir tiyatro olayların merkezine koyulmuş. Sonuç ise, Poe’nun hikâyesi ile “Operadaki Hayalet”in bir araya getirilmesi ile oluşmuş gibi görünen bir çalışma ve bu yapısal değişikliklerden hem olumlu hem de olumsuz olarak hayli etkilenmiş görünen bir film olmuş. Şaşırtıcı bir girişle başlayan ve seyrettiğimizin gerçek mi yoksa oyundan bir parça mı olduğu konusunda zaman zaman kafamızı akıllıca karıştıran filmin belki de en çekici yanı bu. Hikâye ilerledikçe karakterler ve aralarındaki ilişkiler yerine oturmaya ve film fazla olmasa da bir merak ve gizem yaratmayı başarıyor. Başrol oyuncularından biri olan ve dizginlenmiş bir Vincent Price performansı gösteren Jason Robards’ın da -her ne kadar kendisi bu film için doğru oyuncu olmadığını söylemiş olsa da- katkısı ile film yeterli bir düzeyde olmasa da ilgiyi hak eden bir düzeye çıkıyor zaman zaman. Ne var ki bu ilgi çoğunlukla çekiciliği beraberinde taşımıyor. Yönetmen Gordon Hessler’ın çalışması fazlası ile düz ve teknik açıdan bir katkı sağlamıyor filme. Gereğinden fazla uzun tutulan rüya/kâbus sahnelerinin bir süre sonra monotonlaşması onun yanlış tercihlerinden biri örneğin. Gömüldüğü mezardan üç gün sağ kalarak çıkmayı başaran bir illüzyon sanatçısının mezarının açıldığı ve hayli önemli olan sahne oldukça sıradan çekilmiş ve kötü kurgulanmış olması ile filmin gerçekçiliğine de zarar veriyor hikâyenin.

Aynı kadına aşık olan üç erkeğin kadının öldürülmesinden sonra onun kızına benzer bir tutku duyması (hatta içlerinden biri bu kızla evlenmiş!) ortaya bir parça tuhaf (hatta sapkın!) bir durum çıkarmış ama film bundan pek de rahatsız olmuş görünmüyor. Poe’nun hikâyesinden bu ve benzeri sapmalar bir rahatsızlık duygusu vermekten öteye gidemiyor ne yazık ki. Gerçek, rüya ve oyunun birbirine karıştığı anlar her zaman olmasa da bu problemin önüne geçiyor zaman zaman neyse ki. Özellikle finalde, bu “karışıklık” hayli çekici olmuş ve filmin, hedeflediği gizemi ve belirsizliği yakalamasını sağlamış. Poe’nun gerilimini sinemaya taşıyamayan film İspanya’daki dış mekanları kullanmaktaki başarısı, uzunlukları ve tekrar edilmeleri nedeni ile monotonlaşsa da kimi rüya sahneleri, Robards’ın yanısıra Herbert Lom, Michael Dunn ve Christine Kaufmann’ın bir B filmine yakışır oyunculukları ve kostüm çalışması ile kusurlarına rağmen özellikle türünün meraklıların ilgisini hak ediyor.

(“Morg Sokağı Cinayeti”)

Scream and Scream Again – Gordon Hessler (1970)

“Hiçbir şey hissetmezseniz, örneğin acı gibi, vücudunuz ve ruhunuz sınırsız bir güce kavuşur”

Kurbanlarının kanını emen bir seri katil, bir Demir Perde ülkesinden zalim bir subay, çılgın bir doktor ve cinayetlerin sırrını çözmeye çalışan polisin ve bir doktorun hikâyesi.

Düşük bütçeli korku, gerilim ve bilim kurgu filmleri ile tanınan American International Pictures şirketinin bu tür “ucuz” filmler ile tanınan yönetmen Gordon Hessler tarafından yönetilen bir eseri. Peter Saxon’ın adını kullananan yazarlardan biri (“pulp fiction” türünde romanlar yazan birden fazla yazarın ortak olarak kullandığı bir isim bu) olan Stephen D. Frances’in “The Disoriented Man” adlı romanından uyarlanan film hayli dağınık, tutarsız ve kelimenin her anlamı ile ucuz bir çalışma. Romanı sıkı sıkıya takip eden ama romandaki “uzaylı” kısmına senaryosunda yer vermeyip bunun yerine “komünistleri” koyan film ilgiyi en çok bu ucuz tuhaflığı ile hak ediyor; bir de elbette bu tür filmlerin gedikli oyuncuları Vincent Price, Christopher Lee ve Peter Cushing’in varlıkları ile.

Baş oyuncularından Vincent Price’ın yıllar sonra verdiği bir röportajda senaryosunu kendisinin de hiç anlamadığını söylediği bir film karşımızdaki. Saxon’ın romanından senaryoyu yazan Christopher Wicking’in çalışması nerede ise filmin ilk üçte ikilik bölümünde birbirinden bağımsız ayrı filmleri paralel olarak seyrediyorsunuz havasını yaratıyor. Bu farklı filmler daha sonra pek de ikna edici biçimde olmasa da birbirine bağlanıyor elbette son bölümlerde ama yine de o duygu içinizden çıkmıyor açıkçası. Doğrudan gösterilmeyen ama ima edilen işkence sahneleri, David Whitaker’ın varlığını hep belli eden müziği (bu arada 1960’ların Galli rock grubu Amen Corner’ın bir gece kulübü sahnesinde film ile aynı adı taşıyan güzel şarkılarını seslendirdiklerini de belirtelim) ve onca farklı karakter ve birbirinden bağımsız görünen hikâyeleri ile tuhaf ve aynı zamanda kafa karıştırıcı bir film bu. Yönetmen Gordon Hessler’in zumlardan aşırı yakın planlara kadar kimi oyunları da filmi ayağa kaldırmaya yetmiyor ama öte yandan tüm genel tuhaflığın da uyumlu bir parçası oluyor.

Jeneriklerde ismi gösterilen ilk oyuncu olan ve doğal olarak başrolde olan Vincent Price’ın ilk yarıda nerede ise hiç görünmediği film bir ana karakter(ler)e de sahip değilmiş gibi duruyor ve seyirciye ne anlatmak/göstermek istediğini de uzun süre ifade edemiyor. Kimi sahneleri epey hızlı geçen, buna karşılık filmin en çekici bölümlerini oluşturan ve Hessler’ın da yönetmen olarak varlığını nihayet hissettirdiği takip bölümünü oldukça uzan tutan ve buna benzer tutarsızlıklarla dolu bir film bu. Senaryo hikâyeleri ve karakterleri toparlamakta o denli zorlanıyor ki bu uzun takip sahnesi sırasında diğer tüm hikâyeleri ve karakterleri unutmanız bile mümkün. Tüm rakiplerini omuzlarının hemen altındaki bir damara basarak (en azından öyle yaptığı hissi veriliyor) öldüren komünist subay (filmde bu Doğu Bloku ülkesinin adı hiç verilmiyor), takip sahnesinin sonunda birden bire ortaya çıkan çılgın doktor ve çok değerli bir “eli” çalmaya gelen bir hemşirenin hırsızlığını yapmaya -herhalde kendisinin kim olduğunu hatırlayalım diye- üzerindeki üniforması ile gitmesi gibi tuhaf karakterler ve olaylarla dolu bir film karşımızdaki. Bilim kurgudan casusluğa, polisiyeden korkuya, gerilimden hatta erotizme (arabanın vites kolu üzerinden hissettirilen fallik sembol vs.) kadar uzanan film en çok ucuz tuhaflıklardan hoşlanan seyircinin ilgisini çekmeye aday bir yapım ve konusunu birden fazla “X-Files” bölümünün -ama tutarsız ve egzantrik bölümlerinin- bir karması olarak nitelemek mümkün. Özetle sinemasal kalitesi için değil ama çılgın tuhaflıkları için ilgi gösterilebilecek bir film bu. Kaldı ki Price, Cushing ve Lee gibi bu tür filmlerin üç büyük isminin çok az ortak sahneleri olsa da birlikte oynadıkları bu tek film meraklılarının zaten dikkatinden kaçmayacaktır.

(“Çığlık Çığlığa”)

Cry of the Banshee – Gordon Hessler (1970)

“Mezar taşında “ateşle doğan ateşle ölür” yazıyor; ne anlama geldiğini bana sorma”

16. Yüzyıl İngiltere’sinde kötü kalpli bir lord ile cadıların mücadelesinin hikâyesi.

Düşük bütçeli korku ve bilim kurgu filmleri ile tanınan American International Pictures (AIP) şirketinden Vincent Price’ın da kadrosunda olduğu bir korku filmi. Price’ın son gotik korku filmi de olan çalışma, zayıf senaryosu ve vasat oyunculukları ile AIP’nin sinema tarihine geçen eserlerinden biri değil. Korkutmayan ama korkutamamanın neden olabileceği komediden de uzak olan film yine de Price’ın varlığı ile ve özellikle ne olursa olsun yeter ki korku unsurları içersin diyenler için ilgi çekici olabilir.

Edgar Allan Poe’ya ait olduğu kanıtlanmamış bir şiir ile başlayan filmin açılış jeneriklerini sonraki yıllarda ünlü Monthy Python komedi grubunun üyesi olacak ve aralarında “Brazil” ve “The Fisher King” adlı çalışmaların da bulunduğu filmleri yönetecek olan Terry Gilliam hazırlamış. Filmin gizli bir başka sürprizi de günümüzün ünlü oyuncularından olan ve bu film ile 24 yaşında ilk kez sinema dünyasına adım atan Stephen Rea’nın çok küçük bir rolde köylülerden biri olarak görüntüye geliyor olması. Sinefiller için ilginç olabilecek bu detaylar bir kenara bırakılırsa Kraliçe Elizabeth’in yönetimindeki İngiltere’de 16. Yüzyıl’da geçen hikâyenin pek elle tutulur bir yanı yok aslında. Kapanış jeneriğinde oyuncuların isimleri canlandırdıkları rollere göre üç ayrı grupta yer almış: Düzenin kurucuları/sahipleri, cadılar ve köylüler. İlk grubu ikiye ayırmak mümkün aslında; lord ülkeyi yöneten zengin aristokratları, rahip ise yönetimin diğer ayağı olan kiliseyi temsil ediyor filmde. Peki film kapanışta yaptığı bu gruplamayı hikâyesine anlamlı bir şekilde yansıtıyor mu sorusunun cevabı ise hayır maalesef. Bu üçlü ayrımı yapan senaryonun bir sınıfsal analiz yapmak derdi yok kesinlikle.

Senaryonun bir başka sıkıntısı ise tüm karakterlerini bir yandan masum bir yandan da kötü olarak göstermesi ve seyircinin de kafasını karıştırması. Köylüler bir yandan ezilen konumunda ama öte yandan acımsız bir lincin de peşindeler sürekli. Lord cadılara inanmayan ve bilimsel bir bakış taşıyan bir adam ama bu durum onun yargısız infazlarına ve hatta işkencelerine engel değil. Lord’un karısı ise hem cadıların korkusundan aklını yitiren bir masum hem de üvey oğlunun cinsel tacizinden ekrana gelen yüz ifadesinden anlaşıldığı kadarı ile pek de şikayetçi olmayan bir kadın. Lord’un kızı ise belki de elle tutulur tek masum görünümlü karakter ama o da seviştiği seyisin kucağındaki sevimli bir tavşanı ilk gördüğünde aklına gelen akşam yemeği için pişirmek oluyor onu!. Cadılar da hem katledilen hem de acımasız intikam duyguları olan yaratıklar. Hikâyedeki bu kafa karışıklığında seyreden olarak ne tarafta duracağınızı belirleyemiyorsunuz doğal olarak. Adeta akla gelen her şey bir şekilde kendisine filmde yer bulmuş ama senaryo bu “şeylere” nasıl yaklaşacağını daha sonra toparlayamamış gibi görünüyor.

Yönetmen Gordon Hessler’ın pek de yaratıcı olmayan mizansenlerinin yanında filmde rol alan hemen tüm kadın oyuncuların göğüslerini en az bir kez gösterme gibi biraz ucuz tercihlerini ve cadıların ayinindeki oyuncuların acemiliklerini de düşününce filmin sınavı geçemediği açık. Lord filmindeki Vincent Price diğer pek çok filminin aksine abartılı oyundan en uzak durduğu performansını sergiliyor ama diğer oyunculuklar ile birlikte değerlendirince onun bu “ciddi” yaklaşımı da sadece ayrıksı duruyor hikâye boyunca. Quentin Tarantino’nun neden sevdiği açık bu filmi; tıpkı onun filmleri gibi basit, hafif erotik ve şiddetten nasibini almış bir çalışma bu. Yine de genellikle jeneriği ile sınırlı kalsa da sınıfsal yaklaşımı, Vincent Price’ın varlığı ve yormayan sıradanlığı ile ilgisini çekebilir kimilerinin.

(“Cadının Çığlığı”)