Fracture – Gregory Hoblit (2007)

“Artık olay kazanmak veya kaybetmek değil, adalet; öyle değil mi?”

Genç ve hırslı bir savcının kendisini aldatan karısını öldürmeye teşebbüs etmekle suçlanan zeki bir adamın manipülasyonları ile mücadelesinin hikâyesi.

Daniel Pyne’ın orijinal hikâyesinden yola çıkan senaryosunu Pyne ve Glenn Gers’in yazdığı, yönetmenliğini Gregory Hoblit’in üstlendiği bir ABD ve Almanya ortak yapımı. Genellikle televizyon için çalışan ve bugüne dek 6 sinema filminin yönetmenliğini üstlenen Hoblit’in bu beşinci sinema çalışması zekî ve hırslı bir genç savcı ile zekî, zengin ve yaşlı bir adamı karşı karşıya getiren bir suç filmi. Hollywood usulü bir ustalıkla anlatılan hikâye yine Hollywood usulü biçim ve içerik klişeleri ile örülü ama başrolleri paylaşan Anthony Hopkins ve Ryan Gosling’in hikâyedeki karşılaşmalarını çağrıştıran bir güç gösterisine -her ne kadar amaçlanan bir epik boyuta ulaşamasa da- girişircesine sergiledikleri performanslarının da katkısı ile bu klişeleri dert etmeyenleri kesinlikle memnun edecek bir çalışma. İnandırıcılık problemleri barındırsa da gizemini seyirci için de uzun süre korumayı başaran hikâyesi de çekici yanlarından biri filmin.

Gerilim vaat eden ve Jeff Danna ile Mychael Danna’nın imzalarını taşıyan müziğin eşlik ettiği hikâye bir polisiye ve “mahkeme salonu” filmi olma arasında gidip gelen, herhalde bir cinsel çekiciliğin kaynağı olsun diye eklenmiş görünen zorlama bir yan hikâyesi ile ise zarar gören bir çalışma bu. İhanet eden bir kadın, kadının gizlilik koşulu nedeni ile soyadını bilmese de ona tutku ile bağlanan ve bir polis olan aşığı, kadının zengin, şeytanî bir zekâsı olan ve öfkeli kocası ve kamudaki savcılık görevinden istifa ederek büyük bir özel hukuk şirketinde avukat olarak işe başlamak üzere olan genç bir savcı. Aldatılan kocanın “Bilmek acı verir ama acıyı ifade etmenin bana keyif verdiğini inkâr edemeyeceğim” sözlerinin de kanıtı olduğu gibi acısının bedelini ödetirken keyif alması üzerine kurduğu planın tıkır tıkır işlemesini ve aynı adamın itirafı da elinde olduğu için davaya sıradan ve çabuk bitecek bir iş gözü ile bakan savcının mücadelesi hikâyenin temel gerilimini oluştururken, silahın nerede olduğu ile ilgili sır seyircinin ilgisinin hikâyenin sonuna kadar ayakta kalmasını sağlıyor.

Ryan Gosling ile Anthony Hopkins’in güçlü performansları ile ek bir çekicilik kazanan çatışma zaman zaman yine Hopkins’in başrolünde oynadığı “The Silence of the Lambs – Kuzuların Sessizliği”ni (Jonathan Demme – 1991) çağrıştırıyor. Orada Hopkins olayın çözülmesine yardım ederken burada tam zıt bir yönde davranıyor ama ilkinde travmaları ve kendisi ile yüzleştirirken suçu çözmeye çalışanı, burada karakterinin bir anlamda kendini daha iyi tanımasını sağlıyor ve bu bağlamda onun hikâyenin başındaki planlarından vazgeçmesinin de nedeni oluyor bir bakıma. Amerikan sinemasında bolca gördüğümüz üzere avukatlar ve hukuk firmaları yine şeytanî bir konuma yerleştiriliyor burada ve bu açıdan savcının değişimi -hatta dönüşümü- olması gerekenin gerçekleşmesi olarak gösteriliyor seyirciye bir bakıma. Herkesin bir kusuru olduğunu söyleyen ve savcıya da “Seninki de davalarını hep kazanıyor olman” diyen katil gibi karakterlerin karşısına kamu görevi yapan savcının işinin “kutsal”lığını koyan hikâye bu açıdan doğru bir iş yapıyor belki ama eleştirdiği hukuk firmalarının doğasının Amerikan sistemin doğasının tam da kendisi olduğu ile ilgilenmiyor elbette.

Hoblit’in genel olarak yerinde bir tempo ile anlattığı hikâyede sinema dili açısından özel bir çekicilik yok; Hoblit alışılanın dışına çıkmıyor ve hatta CSI ve türevi dizilerde bolca tanığı olduğumuz türden yapay görsel güzellikler de yaratmaktan uzak duramıyor ne yazık ki. Örneğin en az üç kez görkemli renkleri olan bir gökyüzü görüntüsünü (gün doğumu, gün batımı vs.) getiriyor önümüze. Hikâye içinde hiçbir yeri olmayan, oldukça yapay efektlerle yaratılmış görünen (öyle olmasa da öyle görünen) bu kartpostal manzarasına neden ihtiyaç duymuş Hoblit, anlamak mümkün değil. Filmin bir başka kusuru da Rosamund Pike’ın canlandırdığı hukuk firması yöneticisi karakteri. Bu başarılı oyuncuyu böylesine zorlama yaratılmış ve filmin “mesaj”larını ve hikâyenin kimi önemli gelişmelerini anlamlı kılabilmek için kullanılmış bir karaktere hayat vermek zorunda bırakmak haksızlık gerçekten. Kadının savcıyı görür görmez adeta orgazm olmuş gibi bakmaya başlaması ve bu bakışı hep sürdürmesi hikâyeye seksî bir cinsellik katma çabasının sonucu, yine onun çok kısa bir süredir tanıdığı savcıyı ailesinin şükran günü yemeğine davet etmesi ve savcının da bu daveti kabul etmesi ise sonra karşılacağımız bir gelişmeye olanak yaratmak için zorlanmanın sonucu sadece. Katilin planının inandırıcılık problemleri (kadını vurduktan sonra eve o polisin geleceğinden bu kadar emin olabilmesi örneğin) ve bir telefon karışıklığının pek de gerçekçi olmayan bir şekilde çağrışım yaratmasının da aralarında olduğu problemleri de var senaryonun. Bu kusurlarına rağmen bir parça tanıdık da gelen hikâyenin akıcılığının sağlanabilmesi ve gerilimini sürekli kılması ise filmin lehine işliyor kesinlikle.

(“Cinayet Gecesi”)

Fallen – Gregory Hoblit (1998)

“Polis bilir. Polis görür. En sıradan şeyi bile kaydeder beyni. Doğru an gelene kadar hatırlamaz… ama sonra… geriye döner ve anlarsın ki… biliyordun”

Kendisinin yakaladığı ve elektrikli sandalyede idam edilen bir seri katilin cinayetlerinin benzerlerinin tekrarlanması ile gelişen gizemli olaylarla mücadele eden bir dedektifin hikâyesi.

Gregory Hoblit’in yönettiği ve Elia Kazan’ın oğlu olan Nicholas Kazan’ın senaryosunu yazdığı film Denzel Washington’u şeytani bir kötü ruh ile karşı karşıya kakan ve aynı ruh ile yıllar önce karşı karşıya kalıp intihar eden bir dedektifin izinden giden bir polis rolünde getiriyor karşımıza. Kimi anlarında çekici ve ürkütücü olmayı başaran film, genel olarak bakıldığında atmosferini tam anlamı ile olgunlaştıramamış görünen ve kimi klişelerden de kaçınamamış bir çalışma. Washington çok iyi değil ama sağlam kalitesinin izini taşıyan oyunu ile hikâyeyi taşıyor ve Hoblit de filmini seyredilir kılmayı başarıyor.

Uzun bir geriye dönüşle başlayan ve finalinde başladığı noktaya geriye dönen hikâye sonunu da türün ruhuna uygun olarak şeytanların kolay kolay ölmeyeceği ve iyilik ile kötülüğün mücadelesinin ezeli ve ebedi olduğu mesajı ile bağlıyor. Arada seyrettiğimiz ise evet seyredilir ve kimi anlarında da heyecanlandıran ama yeni bir şey seyrettiğiniz algısını bir türlü yeterince yaratamayan bir hikâye olabiliyor sadece. Dürüstlüğünü baştaki diyaloglardan anladığımız (anlamamız için biraz zoraki yaratılmış görünen diyaloglar bunlar) başarılı ve zeki polisimiz arada kiliseye gitse de bilimsel yöntemlere inanan bir profil ile getiriliyor karşımıza ama karşılaştığı olayların doğaüstülüğüne benzer filmlerdekinin aksine biraz fazla çabuk inanıyor. Aslında hikâyenin dinsel boyutları göz ardı edilmeyecek kadar belirgin. Polisimize yardım eden ve babası aynı olayı araştırırken intihar eden kadının teoloji öğretiyor olması ve kahramanımızla karşılaştığında ilk cümlelerinden birinin “Tanrı’ya inanıyor musun” olması bu durumun iki örneği sadece. Neyse ki senaryo otobüsteki sevimli rahibe dışında kilise vs. den uzak duruyor. Bu dinsel motifler bir yana film türünün pek çok klişesine uğramaktan da geri kalmıyor. Terkedilmiş bir evin bodrumunda örümcek ağları ile kaplı, toz içindeki büyük boy ve şeytanların resimlerini içeren bir kitap, polisiye filmlerin olmazsa olmazı başarılı polisimiz ile tepedeki yöneticilerin ona tepkisi arasında kalan “orta kademe” yönetici (Donald Sutherland senaryonun pek de üzerinde uğraşmamış göründüğü bir rolde epey silik kalmış) veya şeytanın kötülüğün ezeli karakterini vurgulayacak şekilde elbette uygarlığın beşiği Mezopotamya’dan eski bir dili (bu örnekte Aramice) konuşuyor olması seyirciyi şaşırtmayan, aksine daha önce seyredilmişlik duygusu yaratan tercihler. Öyle ki yeğeni kahramanımıza “böyle bir şeyi bir dizide görmüştüm” dediğinde seyircinin de “evet, biz de görmüştük” duygusuna kapılması çok yüksek bir olasılık.

Orijinali Kai Winding’e ait olan “Time is on My Side” adlı şarkının Rolling Stones’a ait 1964 tarihli yorumunu bir leitmotif olarak kullanıyor filmimiz ki bu da Amerikan sinemasının korku filmlerinde hikâyenin geçtiği dönemden bağımsız olarak 50’li veya 60’lı yılların şarkılarından birini seçme alışkanlığının tekrarı olarak gösteriyor kendisini. Neyse ki, aslında terk eden bir sevgiliye söylenen “Remember, I’ll Always Be Around – Unutma, Ben Hep Buralarda Olacağım” veya “Time is on My Side – Zaman Benim Tarafımda” gibi sözler içeren şarkı hikâye ile uyum içinde. Yönetmen Hoblit başta dokunma yolu ile bir bedenden diğerine geçen kötü ruhun kalabalık bir caddede kadını bu şekilde “dokunmalarla” takip ettiği sahne olmak üzere kimi etkili anlar yaratmayı başarıyor. Yine de film şöyle sıkı bir nefes kesen sahneden yoksun olmanın izlerini taşıyor ne yazık ki. Washington’ın dış ses ile zaman zaman hikâyeyi ve duygularını anlatması ise bu monoloğun her zaman çarpıcı olamaması ile hedeflenen etkiyi yeterince yaratamıyor. Kadın profesörün sözleri ile “tıpkı Mafya gibi bilmememiz ve görmememiz gereken” kötü ruhlarla zeki, cesur ve fedakâr dedektifimizin mücadelesini anlatan film kusurlarına rağmen ilgi çekmeye aday yine de. Aksiyon yanını abartmayıp derinliği yeterli olmasa da entelektüel sularda gezinmesi ve kolaya kaçmayan finali ile başarılı öncelikle. Hemen hiçbir anında seyircisini şiddetli bir sekilde sarsamasa da sürekli kılmayı hemen hemen başardığı gerilimli atmosferini de buna eklerseniz seyri keyifli bir film özet olarak.

(“Cani Ruh”)

Primal Fear – Gregory Hoblit (1996)

“Ben senin avukatınım. Yani senin annenim, babanım, en iyi arkadaşınım ve rahibinim”

Bir rahibi öldürmekle suçlanan bir genci savunan avukatın hikâyesi.

Kariyeri ağırlıklı olarak televizyon için yaptığı çalışmalarla dolu olan yönetmen ve yapımcı Gregory Hoblit’in bu ilk sinema çalışması bugüne kadar çektiği filmlerden en çok öne çıkanı. Zaman zaman televizyon çekilmiş bir mahkeme filmi havası taşısa da filmin iki güçlü kozu var. Sürpriz olmayı deneyip elini açık eden pek çok filmin aksine gerçekten seyirciyi de ters köşeye yatıran (bir şeylerin olduğunu hissettirip bunun ne olduğunu gizlemeyi başararak) bir finale sahip olması ve ilk sinema filminde dört dörtlük bir performans gösteren Edward Norton’un varlığı.

Richard Gere’in idare eden ama pek de öne çıkamayan oyunu ile canlandırdığı avukat Amerikan sinemasında hemen her türünü defalarca gördüğümüz avukat örneklerinden biri. Hırslı, savunduğu kişinin ne yaptığını umursamayan ama bir filmin kahramanı olduğuna göre elbette becerikli, akıllı ve işte zaman zaman derinlere gizlense de vicdan sahibi. Film onun bir gazeteci ile konuşmaları üzerinden mesleği için daha önce defalarca söylenmiş sözlere yeni bir şey katmıyor ama yine de hikâyeye çeşni katması için koyulmuş görünen bu sahneler bir yandan da filmin özellikle finali ile bizi üzerinde düşünmeye zorladığı adalet mekanizmalarına odaklanmamızı sağlıyor. Adaletin ne kadar adil olduğu, adalet sistemlerinin gerçek suçu ve suçluyu keşfetmeye ne kadar açık olduğu ve bir bireyin suçluluğunun/suçsuzluğunun onu mahkum etmeye çalışanlar ile savunanların becerisine ne kadar da acımasız bir şekilde bağlı olduğu filmin hikâyesi boyunca bize sorgulattığı bazı temel kavramlar. Bunlar bir kenara bırakılırsa film ne sinema sanatı açısından çok önemli ne de anlattığı diğer tüm o yozlaşma, taciz vs temaları açısından yeni veya farklı bir şey söylüyor. Amerikan sinemasının sadece kendisinde bile bu temaların çok daha parlak örnekleri var. Karşımızdaki ise temiz bir dille anlatılmış, kimi vasat anlarının üzeri ustalıkla örtülmüş ve aksamayan bir tempo ile anlatılan bir film sadece aslında.

Ve Edward Norton. İlk sinema filminde Richard Gere’ı gölgede bırakan performansı ile filmin asıl ve tek yıldızı. Karakterinin kekelediği anlarda veya finaldeki o kısacık sinsi gülümsemesi ile kumaşı sağlam bir oyuncunun ufak bir jesti ile bile neler yapabileceğini gösteriyor seyredene. Hikâyedeki kimi klişelere (savcı ve avukatın eski sevgili olması vs.) rağmen filmi ayakta tutan en sağlam unsur da onun oyunculuğu. Evet televizyon esintili bir Amerikan suç/mahkeme filminden (ve artık binlerce kez tanık olduğumuz “itiraz ediyorum” ifadelerinden veya jüri üyelerine yanaşarak atılan sağlam nutuklardan) çok şey beklememek gerek sonuçta ve film bu durum kabullenilerek seyredilirse yeteri kadar gerilimli, yeteri kadar heyacanlı ve yeteri kadar sürükleyici.

(“İlk Korku”)