L’amour à la Mer – Guy Gilles (1965)

“Dün aklımdan çok üzücü bir düşünce geçti. Eğer bir gün seni bir daha görmemek zorunda kalırsam, sana olan aşkımdan vazgeçmek zorunda kalırsam yaşamaya nasıl devam ederim bilmiyorum. Başka bir erkeği asla sevemem. Aşkı tanımadan evvel, dünyanın en geniş hayal gücüne sahip olsak da, bizi nasıl bir şeyin beklediğini öngörmek mümkün değil. Seninle tanışmadan önce etrafıma bakardım, yüzlere ve insanlara. Kendime, nasıl seçeceğim diye sorardım. Bir çehreden sıkılırdım ben. Diğer herkes nasıl beceriyor bunu diye sorardım. Şimdi birinin yüzünü gördüğümde aklıma seninki geliyor. Sorularıma dair tüm cevapları aşkta buldum”

Parisli bir genç kadınla tatilde tanıştığı bir denizci er arasındaki, yaz günlerinde başlayan ve sonbaharın başlaması ile ara vermek zorunda kaldıkları aşkın hikâyesi.

Guy Gilles’in senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği bir Fransa yapımı. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olan yapıt Yeni Dalga’dan esintiler taşıyan; öyküde adı da geçen Fransız şair Jacques Prévert’in şiirlerinin ve klasik şansonların tadını hatırlatan bir aşk filmi. Aşk, özgürlük, gençlik ve hüzün/melankoli üzerine tüm alçak gönüllü yapısı içinde müthiş bir başarı yakalayan film siyah-beyaz ile renkli arasında gidip gelen görsel tercihleri ve lirik hikâyesi ile sinema tarihinin keşfedilmeyi hak eden klasiklerinden biri.

Edith Piaf ve Fréhel ile birlikte “Chanson Réaliste” (Paris’in işçi sınıfının ve yoksullarının hayatlarını konu edinen şansonlar) geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri kabul edilen Fransız şarkıcı Damia’nın söylediği “L’étranger” adlı şarkı ile açılıyor film. Piaf’ın da seslendirdiği şarkıda gemisi evi, deniz de köyü olan bir denizci yabancıya olan aşkını anlatır bir kadın. Şarkının sözleri hikâye ile dolaylı da olsa ilginç bir şekilde örtüşüyor ve Gilles’in senaryosunu yazarken bu şarkıdan yola çıktığını bile düşünebilirsiniz. Şarkıya pencere kenarındaki çiçekleri sulayan bir el, karşı pencerede saçını tarayan bir kadın, bu siyah-beyaz karelerin arasına giren renkli deniz, kayık ve denizci görüntüleri eşlik ederken iki kadının samimi sohbetinin içinde buluyoruz kendimizi; genç kadının (Geneviève Thénier) adı Geneviève’dir. Sekreter olarak çalışmaktadır, aşk şarkılarını sevmektedir (Damia’nın şarkısı da yanlarındaki radyodan gelmektedir) ve annesi ile geçirdiği yaz sırasında tanıştığı Daniel’e (Daniel Moosmann) âşıktır. Daniel askerliğini Cezayir’de yapan bir denizcidir, izninde Paris’e gelecek ve buluşacaklardır. Hikâyenin başındaki yaz günlerinde bu iki gencin aşklarını izletir bize film, adamın izni biter ve araya sonbahar girer; adam Brest’te askerliğine devam edip arkadaşları ile vakit geçirirken, kadın Paris’te onun askerliğinin bitmesini beklemektedir ve aşkları karşılıklı mektuplar üzerinden sürer.

Sadece Fransız sinemasının değil, tüm sinema tarihinin en kendine özgü yönetmenlerinden biri Gilles ve bu ilk uzun metrajlı çalışmasında da, sinemasına aşina olmayanlar için küçük ve değerli bir mücevheri keşfetmenin tadını yaratıyor kesinlikle. Yönetmenin kuzeni olan Jean-Pierre Stora’nın filmin hüzünlü uçarılığının tonlarını taşıyan başarılı müzik çalışmasının yanı sıra, Damia’nın söylediği de dahil olmak üzere hikâye boyunca kulağımıza çalınan şarkıları da dikkat çeken film dolaylı yoldan da olsa politik bir içeriğe sahip. Daniel’in Cezayir’den Paris’e gelirken bindiği uçakta, Cezayir’in bağımsızlığı ile sonuçlanan savaştan sonra ülkelerine dönmekte olan Fransızlar da vardır. Filmin çekimlerine 1962’de başlanmış olmakla birlikte ancak 1965’te tamamlanabildiğini ve o yıl gösterime girebildiğini biliyoruz. Dolayısı ile filmin başındaki bu sahnenin Cezayir Savaşı’nın henüz bitttiği ya da bitmek üzere olduğu bir dönemde çekildiğini düşünebiliriz. Daniel’in “her şeylerini bırakıp gelen” Fransızlar için üzüldüğünü söylemesi yanlış bir politik duruşun işareti değil ama ve zaten Gilles de doğum yeri olan Cezayir’e hep bağlı kalmış; “Pied-noir” (Kara Ayaklar) olarak isimlendirilen ve çoğu Cezayir’de doğup büyümüş Fransız kökenlilerin “vatan”larını bırakıp Fransa’ya döndükten sonra yaşadıkları da -elbette asıl kurbanların Cezayirliler olduğunu asla değiştirmeden- trajik hikâyelerdi çünkü. Gilles’ın senaryosunun bu politik konuda daha ileri gitmesi dönemin Fransa koşullarında pek mümkün değildi kuşkusuz.

Filmin tüm hikâyesi, diyalogları ve tam bir Fransız havası taşıması seyrettiğimizin adeta bir Prévert şiirinin veya bir Brel şarkısının (Evet, Brel Belçikalıdır ama Frankofon dünyanın en önemli sanatçılarından biridir) uyarlaması olduğunu düşündürüyor bize. Daniel’in Brest’te askerliğini sürdürürken Geneviève’e yazdığı bir mektupta Prévert’in “Barbara” adlı şiirinden bir bölüme (“Dinmek bilmeyen bir yağmur yağıyordu Brest’e / Siam Sokağı’nda rastladım sana”) yer vermesi, erkek ile kadının yataktaki ilk sohbetlerinin bir örneği olduğu diyalogları ve karşılıklı yazılan mektupların metinleri (Örneğin Daniel’in Brest ve Prévert’den bahsettiği mektup), birkaç kez karşımıza çıkan ve hikâyenin zaman zaman lirik bir gerçekçiliğe uygun olan ara yazıları (“Yaz bitmek üzereydi. Her şey çoktan hatıralara, muhafaza edilen anlara dönüşmüştü”) ve Guy Gilles’in kendisinin canlandırdığı ve diğer oyuncular gibi kendi adını taşıyan asker karakterinin -bir parça gereğinden uzun görünen- Paris günleri anlatımı bu havayı destekleyen ögelerden sadece birkaçı. Jean-Marc Ripert imzalı görüntüler de benzer bir havadalar; özellikle Daniel’in Brest’teki gece görüntüleri renklerin etkileyici kullanımı ile hüzünlü bir şehir gecesini hissettirmesi ve zaman zaman neredeyse her birinin birer hikâye anlatması ile çok başarılı ve ince bir düşüncenin ürünü olmuş kesinlikle. Görüntü çalışması ile ilgili olarak, renkli sahnelerdeki canlı ve güçlü tonların seçiminin siyah-beyaz sahnelerle hoş bir kontrast yarattığını da belirtmek gerekiyor.

Yazın aşkı, sonbaharın ise melankoliyi davet ettiği filmin oldukça hoş bir süprizi de var: Fransız sinemasının ünlü oyuncuları kısa birer sahnede karşımıza çıkıyorlar hikâyede. Henüz ilk uzun metrajlı filmini çekmekte olan Gilles’in onları bu rollere ikna etmesi belki de o yıldızların hikâyeyi beğenmelerinin de sonucudur; sonuçta filme ciddi bir çekicilik katıyor bu isimler. Alain Delon ve Juliette Gréco sinemada seyredilen bir filmin oyuncuları olarak yer alırlarken hikâyede, Jean-Claude Brialy gece yaşamayı seven bir adamı canlandırıyor. Benim için asıl sürpriz Jean-Pierre Léaud’un sinemadan çıkan ve metroya binecek parası olmayan bir genç adamı canlandırması olurken, Fransız sinemasında bir seks sembolü olan Lili Bontemps’ı şarkı söylerken ve Sophie Daumier’i bardaki kız olarak görüyoruz. Aslında Romy Schneider de varmış filmde ama onun sahneleri son kurguda kesilmiş nedense.

Birkaç sahnesinin ve Noun Serra imzalı kurgunun Godard’ın 1960’larda Yeni Dalga dönemindeki yapıtlarını da çağrıştırdığı filmde başta ıslak Brest sokakları olmak üzere yağmur hep kendisini gösteriyor hikâyenin hüznüne hem biçim hem içerik açısından destek olacak şekilde. Biçimle içeriğin müthiş bir uyum içinde olmasının örneklerinden sadece biri bu. Aşka ve hayata Daniel’inkinden farklı bakışları olan Guy karakterinin kendi başına bir kısa film olabilecek uzun bölümü ise bir uyumsuzluk hissi yaratmıyor değil açıkçası. Guy’in Paris ve özgürlük düşkünlüğünü dile getirdiği ve onun şehirdeki görüntülerini uzun uzun izlediğimiz bölümde onunla Daniel arasındaki farklara (kadınlara bakış başta olmak üzere) odaklanılıyor ama yine de ayrı bir hikâye izlediğiniz havasını hissediyorsunuz bu uzun bölüm boyunca. Buna karşılık, bu “ayrı” hikâye filmin geri kalanından bağımsız değerlendirilse bile, oldukça başarılı ve bir genç adamın Paris ve hayat ile ilişkileri üzerine oldukça çekici bir yapıt. Şunu da eklemekte yarar var bu bağlamda: Eşcinsel olan ve 1996’da AIDS’ten hayatını kaybeden Gilles’in iki erkek karakter arasındaki yakın dostluğu zarif bir şekilde resmettiğini ama bir cinsellik imasından kesinlikle uzak durduğunu belirtmekte yarar var.

Ünlü sinema oyuncularının konuk oyunculuğunun yanında, Guy Gilles gazetedeki Greta Garbo haberi, duvarda asılı bir Marlene Dietrich posteri ve bir Brigitte Bardot afişi ile sinemayı hikâyesinin bir parçası yapmış bu ilk uzun metrajlı filminde. Sinema sanatının nihayetinde düşler ve hayaller demek olduğunu hatırlatıyor bu yaklaşımı ile film ve kendisi de hayaller ile ilgili bir hikâye anlatıyor bir yandan da. Daniel ile Geneviève arasındaki ilişkinin niteliği ve akıbeti konusunda da seyirciyi özenle bilgilendiriyor ve dürüst bir tutum takınıyor Gilles’in öyküsü. Yukarıda da anılan “yatak sohbeti” sahnesinde kadının uzun, erkeğin kısa cümleleri veya sokakta karşılarına çıkan bir geline kadının heyecanlı yorumu ile erkeğin bu yorumun boşa düşmesini kullandığını gösteren tepkisi gibi farklı örnekleri var aşkın gittiği noktayı bize açıklayan. Gilles hikâyesinde her ikisini de yargılamamaya dikkat ediyor ama; filmi bitiren “Hayatta güzel olan şey, her şeyin değişmesi ve bize de değişme şansı verilmiş olması” cümlesinin özeti olabileceği hikâyesi boyunca ikisini de anlamaya ve anlatmaya çalışıyor tarafsız bir gözle.

Jacques Prévert’in “Barbara” şiirinin Joseph Kosma tarafından bestelendiğini ve Yves Montand, Mouloudji, Torika ve Les Frères Jacques tarafından seslendirildiğini, ve özellikle Montand’ın yorumunun adeta bu film için bestelenmiş kadar seyrettiğimiz hikâyeye uygun düştüğünü belirtelim meraklısı için ve, kısıtlı imkânlarla ve dış çekimlerin önemli bir kısmı yetkililerden izin alınmadan çekilen filmi yeni keşiflere açık tüm sinemaseverlere önerelim.

(“Love at Sea”)

Le Clair de Terre – Guy Gilles (1970)

“Şimdilik buradan gidiyorum. Sana söylemiştim. Seyahatlere, ayrılıklara inanırım; yaşananlara sünger çekmeni sağlarlar. Sonrasına bakacağız”

Paris’te babası ile sıkıcı bir hayat sürdüğüne inanan ve çok genç ölen annesinin hatırasının izlerini de sürmek için doğduğu ülkeye, Tunus’a yolculuk yapan bir genç adamın hikâyesi.

Guy Gilles’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Sinemanın kendine has yönetmenlerinden biri olan Gilles kısa filmler, belgeseller ve televizyon için yaptığı çalışmalar dışında toplam dokuz sinema filmi çekmiş ve 1970 tarihli bu film onların üçüncüsü. Gilles’in pek çok filminde yer alan Patrick Jouané’nin hikâyenin genç kahramanı Pierre’i canlandırdığı film anılar, geçmiş-bugün-gelecek ve hüzünlü bir romantizm üzerine kesinlikle çok farklı bir çalışma. Gilles ve Philippe Rousselot imzalı görüntülerin, Jean-Pierre Desfosse’in kurgu çalışmasının ve şansonların ek bir zenginlik kattığı ve Jean-Pierre Stora’nın imzasını taşıyan müzikleri ile ilginç ve “parçalı” görselliği ile dikkat çeken bu film sinemada öncelikle farklı olanın peşinde olanlara hitap ediyor gibi görünen ama karşı konulamaz bir dokunaklılığı olan bir yapıt.

Yirmili yaşlarının başında olan Pierre piyano öğretmenliği yapan babası ile birlikte Paris’te yaşamaktadır. Annesi o çok küçükken ölmüştür ve babası o sırada yaşadıkları Tunus’u terk ederek Fransa’ya gelmiştir oğlunu da alarak. Pierre’in aklında çok bulanık bir iki anı dışında hiçbir şey yoktur Tunus’la ilgili ama hikâye ilerledikçe, ülkenin onun için annesinin izlerini takip edebilmesinin aracı olduğunu anlarız. Film Pierre’i önce Paris’te, sonra Tunus’ta sürekli olarak takip ederken, genç adamın geçmişi hatırlama, daha çok da yaratma çabasının tanığı yapıyor bizi ve bu hatırlanan/yaratılan geçmişin acılarının üzerlerinin bugünün mutlu anları sayesinde örtülme(me)sini anlatıyor. Patrick Jouané’nin özellikle yüzünü çok akıllıca kullanıyor yönetmen Gilles ve onun hüzün, gençlik, coşku, kuşku ve melankoli dolu ifadeleri üzerinden çekici ve ilginç bir karakter yaratıyor.

Bir parktan farklı fotoğraflar, bu görüntülerin üzerine eklenen çocuk sesleri ve bir şanson ile açılıyor film. Bir yandan açılış jeneriği de ekrana gelirken; şiirsel bir anlatımla küçük bir gruba Paris’i gezdiren bir kadını, Kuzey Afrika’dan ve özellikle Tunus’tan görüntüler içeren kartpostalları ve bir parkta konuşan üç genci görüyoruz. Onlardan biri olan Pierre arkadaşlarına gideceğini söylüyor ve bu ilk birkaç dakikasında film, hem içeriği hem dili açısından farklılık yaratan tüm özelliklerini bize sunmuş oluyor. “Parçalı” sözcüğü ile özetleyebiliriz filmin özellikle de görsel yaklaşımını; karakterlerin sohbetlerini kesik kesik gösteriyor Gilles; üç genç konuşurken parktaki farklı insanların yüzlerine, bedenlerine çok kısa görüntülerle odaklanıyor; pek çok sahnede objeleri görüntüye getiriyor ve onları da görsel atmosferin bir parçası yapıyor ve sabit görüntülerle (fotoğraflarla) bu parçalanmış havayı sürekli kılıyor. Klasik bir dilden bazen çok bazen az, hemen hep uzak durmayı seçmiş Gilles; Pierre’in Tunus’taki otel odasındaki yalnız anları çarpıcı bir örneği bu tercihin. Onun yalnızlığını, boşluğunu, arayışını ve gençliğin o taze coşkusunu bu farklı sinema dili ile cazibesi yüksek bir biçimde sergiliyor film. Aslında filmi bir kavram olarak “imaj”ı odağına alan bir yapıt olarak nitelemek de mümkün, bu seçimlerin desteklediği bir şekilde. Örneğin Pierre’in Paris’te odasının penceresinden gördüklerine (cımbızla kaşını alan kadın, sokakta oynayan çocuklar, kucağında bebekle sokağa bakan kadın, öpüşen bir çift vs.) bizim de tanık olduğumuz film bu imajları Pierre’in bugününü tanımlamak, bu bugün üzerinden onun eksik olan (ve acılarını taşıdığı) geçmişini yaratmak ve böylece bu geçmişin yükünden onu kurtarmak için kullanıyor. Pierre Paris’te ve özellikle de Tunus’ta farklı insanlarla -çoğunlukla da geçmiş hakkında- konuşurken onun bir anlamda kendisini aramasını, tanımasını, anlamasını ve bunu geçmişin boşluğunu doldurarak yapmasını sergiliyor bir bakıma.

Özellikle finansal sorunlar nedeni ile sorunlu bir yapım süreci olmuş filmin ve yaklaşık 2 yılda tamamlanabilmiş çalışma. Hikâyenin kahramanı Pierre’in ailesi gibi yönetmen Gilles de Cezayir doğumlu ve film Cezayir’deki Fransız toplumuna, hayatlarına ve onların Fransa’dan çok Cezayir’i vatanları olarak görmelerine “nostaljik” denebilecek bir bakışla yaklaşıyor. Burada kesinlikle bir sömürgecilik övgüsü yok veya Fransızların “Cezayir’deki güzel günler”ine özlemle yaklaşmıyor Gilles. Tüm seyrettiklerimizi sadece Pierre’in geçmişinin parçalarını yerine koymak ve onun sonlara doğru söylediği “Ben hiçbir yere ait değilim” sözlerini daha iyi anlamamız için kullanıyor Gilles ve bunu yüreğe de dokunan bir şekilde yapıyor. Fransız şansonlarını da çok yerinde kullanmış film Pierre’in hikâyesini anlatırken. Yönetmenin kuzeni de olan Fransız müzisyen Jean-Pierre Stora sadece filmin tema müziklerini hazırlamakla kalmamış ve iki ayrı şarkı da bestelemiş hikâye için. Bunlardan biri olan “Le Temps Perdu”yu ünlü Fransız şarkıcı Hervé Vilard seslendiriyor ve hemen tüm şansonlar gibi bu parça da bir hikâye anlatıyor; şarkının Manouchka’nın yazdığı sözleri “Gitme zamanı, anlama zamanı, unutma, öğrenme ve bekleme zamanı” derken, “Yaşam, geçmiş demektir” ve “Acı çekmeden hiçbir şeye sahip olunamaz” iddialarında bulunuyor. Yukarıda bahsettiğim tüm o imajlar da “ Gülsek de ağlasak da zaman geçiyor” sözünün geçtiği şanson gibi yaşamın gelip geçiciliğini ve onu bir şekilde canlı tutmanın tek yolununun da anıların imajları olduğunu söylüyor sanki.

“En çok neyin hayalini kurarsın?” sorusuna, “Uyum, gitmek ve artık üzülmemek” cevabını veriyor Pierre ve filmin kendisinden alıntı yaparsak, “Tatilin son günü gibi” bir hikâyenin ilginç bir kahramanı olarak dikkat çekiyor. Hemen tüm filmlerinde bir tür melankolinin kendisini hissettirdiği Guy Gilles’in hem kendisinden hem de asıl olarak abisinden yola çıkarak yazdığı bu hikâyede de -eğlenceli anlarda bile, örneğin “Pstt! Garçon” adlı şarkının söylendiği keyifli yemek- bu kırılganlık ortaya çıkıyor. Kendisi de bir “Kara Ayak” (Kuzey Afrika’da; Cezayir, Tunus veya Fas’ta doğmuş Avrupa asıllılar) olmasına ve Cezayir’in bağımsızlığı çok yeni olmasına rağmen politik (en azından, doğrudan politik) bir hikâye anlatmak yerine, bir yolculuk (fiziksel bir yolculuğun sembolü olduğu bir iç yolculuk) öyküsü anlatmış Gilles. Hiçbir yere ait hissetmeyen Pierre’in hikâyesini klasik “Son” yazısı yerine, “Devam Edecek” ifadesi ile bitiren yönetmen Pierre ve benzerlerinin (ve kendisinin de) yolculuğun bit(e)meyeceğini söylüyor bize. Ortalama seyirci için bir parça kuru, bir parça “fazla sanatsal” görünebilir ama sinema dilinin hoş bir ayrıksı tadı olan bu film has sinemaseverlere en az bir Guy Gilles yapıtı görmeleri gerektiğini hatırlatan bir çalışma.

(“Earth Light”)