Shun Liu Ni Liu – Hark Tsui (2000)

“Başlangıçta hiçbir şey olmadığı söylenir. Sonra “Patron” bir sürü şey yaratmış. Aslında bir sürü sorun ve çelişki yarattı. Kendisi bile çözemiyor onları. Bu yüzden sonunda son bir şey yarattı: Umut. Umut olunca, her şey baştan başlayabilir”

Hamile bıraktığı kadına para verebilmek için yasadışı bir koruma şirketine giren adamın hayata yeniden başlamak isteyen bir tetikçi ile tanışması ile gelişen olayların hikâyesi.

Senaryosunu Hark Tsui ve Koan Hui’nin yazdığı, Hark Tsui’nin yönettiği bir Hong Kong yapımı. Ünlü Fransız sinema dergisi Cahiers du Cinéma’nın yılın en iyi 10 filminden biri seçtiği çalışma Asya usulü, dur durak bilmeyen ve teknik becerisi ile göz dolduran bir aksiyon. Tarantino’nun esin kaynağının Hong Kong olduğunu bir kez daha hatırlatan film, Venedik’te “Future Film Festival Digital Award” ödülünü de kazannmış bir çalışma. Saf bir aksiyon olmasına rağmen, baş karakterlerini (özellikle de iki erkeği) bir aksiyonun kuklaları olmanın ötesine taşıyan film, her ne kadar yeterince güçlü kılamasa da görkemli bir hava vermeye çalıştığı hikâyesi ile aksiyon meraklısı olmayanların da ilgisini çekebilir ama asıl tat alacaklar kuşkusuz ki bu türün düşkünleri olacaktır.

Hikâyenin “ucuz” havasını yansıtan bir jenerik ve eşlik eden benzr nitelikteki bir müzikle açılıyor film ve bu girişin vaat ettiğini de sunmayı başarıyor seyircisine. İlk görüntülerin (gece, neon reklam panoları, karanlık, hüzünlü ve sert yüzler, yakılan sigaralar vs.) üzerinde konuşan bir dış ses “dünyanın yaratılışı”nı anlatıyor bize. Önce erkeği, sonra kadını yaratanın ortaya çıkan sonuçtan hiç memnun olmadığını ve yaratılış sürecinin yedinci günü dinlendikten sonra, her şeyi yeni baştan yaratmaya karar verdiğini söylüyor bu ses. Seyredeceğimiz hikâye de özellikle finalinin işaret ettiği gibi bir yeniden başlamanın ve bunun için umutlu olmanın gerektiğinin öyküsü. Saf kötüler ile kötülüğe istemeden (ya da yarı gönüllü olarak) bulaşanların çatışması temel olarak izlediğimiz ve Hark Tsui hikâyesini teknik becerisine hemen hiç olumsuz bir söz söylenemeyecek bir ustalıkla anlatıyor. Lezbiyen bir polisle tesadüfen karşılaştığı bir adamın (Tyler) bir gecelik ilişkisi (her ikisi de hatırlamıyor bile geceyi nasıl geçirdiklerini) hamilelikle sonuçlanırken, kadının hiçbir talebi olmamasına ve hatta itirazına rağmen, adam ona hamileliği boyunca ve sonrasında en azından maddi açıdan destek olabilmek için, ruhsatsız bir şekilde koruma hizmeti veren bir adamın yanında işe başlıyor ve bu işi sırasında Jack adında biri ile karşılaşıyor. Önceleri kirli işlerin içinde olan bu adam ondan hamile eşinin babasını öldürmesini isteyen eski çetesi ile çatışma içindedir ve hikâye bu iki adamın kaderlerinin kesişmesi ile gelişen olayları anlatır.

Başlardaki “iki fare” hikâyesinden film boyunca duyduğumuz diyalogların bir kısmına ve görkemli ve sertlikten kaçaınmayan aksiyon sahnelerine zaman zaman bir Tarantino havası veriyor film ama bunun nedeni Hark Tsui’nin ondan esinlenmesi değil, aksine Tarantino’nun gençliğinde bol bol seyrettiği bilinen Hong Kong aksiyon filmlerinden ilham almış olması kendi filmlerini yaratırken. Hikâyenin kendine özgü mizah anları, açılış ve kapanışta Tyler’ın dış sesinden duyduğumuz “büyük ve derin cümleler” ve filmin karakterlerini salt bir aksiyon figürü olmanın ötesine taşıyan yaklaşımı pek çok sahnenin Amerikalı sinemacının herhangi bir filminde yadırganmayacak bir içeriğe sahip olmasını sağlamış. Aslında senaryo bu özenilen “farklı, trajik ve -hatta bir parça abartarak söyleyelim- epik” havanın içini yeteri kadar dolduramıyor ve daha da önemli bir sorun olarak, bir aksiyon filminden beklenmeyecek şekilde, zor takip edilebilen denemeyecek olsa da, kesinlikle dikkat gerektiren bir hikâye anlatıyor senaryo. Karakterler arasındaki bağlantıyı ve hedeflerini özellikle bu tür soluk almadan ilerleyen bir aksiyon filminde takip edebilmek çok kolay değil doğal olarak ve açıkçası uzun tutulan ve hayli parlak bir başarıya ulaşan aksiyon sahneleri kolaylaştırmadığı gibi bunu, çok da gerekli kılmıyor belki de.

Hızlı bir kurgu, hayli hareketli bir kamera, silahlı çatışmalardan yumruk yumruğa dövüşlere ve kovalamacalara her türlü aksiyon sahnelerinin ustalıkla oluşturulmuş koreografileri ve farklı kamera açıları ile film aksiyon meraklılarını tam anlamı ile doyuracak bir biçim ve içeriğe sahip. Yönetmen Hark Tsui zaman zaman hayli gösterişli olan bir görsel estetik fırsatını hiç kaçırmıyor, daha doğrusu hikâyenin tümüne bu görsel estetiğin hâkim olmasını sağlıyor. Bu durum hikâyenin “epik” olmaya soyunan havasının da geride kalmasına neden oluyor ama hissedilen kısmı yine de filme ek bir değer katıyor. İlk hâli üç saatin üzerinde olan filmin yavaş aktığını düşünen yönetmen Hark Tusi bir saatten daha fazla kısaltmış filmi ve baş döndüren bir hıza ulaşmış. Tyler rolünde Nicholas Tse’nin saf bir aksiyon kahramanı olarak parladığı ve tüm o görkemli kaos içinde karakterini hikâyesi olan birine dönüştürmeyi başardığı filmde, ünlü bir rock şarkıcısı olan Tayvanlı Wu Bai yönetmenin filmine vermeyi arzuladığı ve bir ölçüde de elde ettiği “cool” havaya çok uygun performansı ile övgüyü hak ediyor. Aksiyonun, özellikle de Hong Kong türü aksiyonun meraklılarını tatmin edecek bir çalışma bu, özetlemek gerekirse.

(“Time and Tide” – “İyiler Ölmez”)

Tie Saam Gok – Ringo Lam / Johnnie To / Hark Tsui (2007)

“Dağlar parçalanıp nehirler kuruyana kadar”

Gizemli bir yabancıdan yerini öğrendikleri bir hazinenin peşine düşen üç adamın hikâyesi.

Hong Kong’lu üç yönetmenin çektiği bir aksiyon filmi. Her biri ünlü ve bol ödüllü bu üç yönetmen Ringo Lam, Johnnie To ve Hark Tsui ve her biri filmin yaklaşık yarım saatlik bölümünü yönetmiş ama aslında ortada tek bir hikâye var. Ortaya çıkan sonuç ise yönetmenlerin diğer filmlerinin başarısının genel olarak gerisinde kalan bir çalışma olmuş ve üç parlak ismin birlikteliğinin yarattığı beklentinin altında kalan bu çalışma yeterince doyurmuyor seyredeni.

Hong Kong filmlerinin çoğunda olduğu gibi tekniği hayli sağlam, farklı kamera açıları kullanmaktan çekinmeyen, başta Tarantino olmak üzere Amerikan sinemasının pek çok ünlü ismine epeyce “ilham” kaynağı olabilecek sahnelere sahip stilize bir anlatımı olan filmin en zayıf bölümü Hark Tsui’nin yönettiği ilk yarım saat. Karakterleri tanıtmayı amaçlayan (veya öyleymiş havası yaratan) bu bölüm senaryonun zayıflığı ve yönetmenin tam olarak ne yapmak istediğini tam oturtamamış gibi görünen tarzı ile zayıf bir başlangıç getiriyor filme. Adeta daha önceden tanıdığımız karakterlerin yeni bir macerasını izleyecekmişiz havasını yaratan film karakterler seyredenin gözünde bu tanışıklığa sahip olmayınca arzuladığı ilgiyi toplayamıyor başta. Ringo Lam’ın yönettiği ikinci yarım saatlik bölüm senaryonun daha derli toplu bir hale geldiği ve seyircinin ilgisinin uyanmaya başladığı sahneleri ile daha başarılı görünüyor. Filmin en başarılı bölümü olan son yarım saatte ise Johnnie To belki kendi bireysel filmlerinin gerisinde kalıyor gibi olsa da hayli eğlenceli ve dinamik bir anlatımla filme başarılı bir kapanış sağlıyor.

Senaryo bir parça daha derin ve akılcı olsa çok daha parlak bir yapıma dönüşebilecek olan bu film beraberinde şu soruyu akla getiriyor temel olarak: Bu üç parlak yönetmenin birlikteliği eğer ortaya ille de bir başyapıt değil ama en azından daha yaratıcı bir sonuç çıkarmıyorsa bu birlikteliğin nedeni nedir? Bu hali ile film yapımcıların filmi üç ayrı yönetmenin emrine verme fantezisinin karşılanmasından başka bir yaratıcılık içermiyor gibi görünüyor. Yine de filmin kendisini seyre değer kılan cazip pek çok yönü var. Öncelikle filmin finali karmaşası, dinamizmi ve mizahı ile hayli yüksek bir eğlendirme potansiyeline sahip. “Parayı kim alacak” konulu bu bölüm kesinlikle çok başarılı. Karanlıkta kimin kimle kapıştığının belli olmadığı bu final senaryonun temalarından olan güven, sadakat ve ihanet gibi kavramları hatırlatıyor sürekli seyredene. Dur durak bilmez temposu ile bu final insanların hırslarının peşinde büründükleri sefil halleri de çarpıcı biçimde sergiliyor. Buna ek olarak filmdeki tüm arabalı takip sahnelerinin ve şehir içinde geçen ve arabaların hayli yüksek hızlarda seyrettiği tüm bölümlerin teknik becerisini vurgulamak gerek.

Beklentiler çok yüksek tutulmadan ve baştaki hayli zayıf girişten ürkmeden seyredilmesi gereken bir film karşımızdaki. O zaman keyifli finalinin daha iyi tadına varılabilir bu stilize çalışmanın ve Amerikan sinemasının bir gün şu ya da bu şekilde kopyalayacağı sahnelerin orijinalini görme fırsatı kaçırılmamış olur.

(“The Iron Triangle” – “Triangle” – “Üçgen”)