“Bir ateşin seni ormana çektiğini söylerler. Soğuk hava, ateşi çılgın bir şekilde aramana neden olur. Ama ne kadar koşarsan koş, ateşi yakalayamazsın. Aklını yitirene kadar hiç durmadan koşarsın ve ruh seni ele geçirir. Çıldırırsın. Gaagiixid olursun”
Kanada’nın Kuzey Pasifik tarafında bir takımada olan Haida Gwaii’de on dokuzuncu yüzyılda geçen, en yakın arkadaşının oğlunun istemeden ölümüne neden olan bir adamın hikâyesi.
Senaryosunu Gwaai Edenshaw, Jaalen Edenshaw, Graham Richard ve Leonie Sandercock’un yazdığı, yönetmenliğini Gwaai Edenshaw ve Helen Haig-Brown’un üstlendiği bir Kanada yapımı. Sadece yirmiye yakın insanın yeterli bir şekilde konuşabildiği Haida dilinde çekilen film bir yerel efsaneyi anlatıyor. Kaybolmakta olan bir dile saygının ve onu koruma çabasının da bir ürünü olan film müthiş bir doğa içinde geçen ve doğaüstü unsurları da olan hikâyesini etkileyici bir biçimde taşıyor beyazperdeye. Bir suçluluk, kıskançlık, intikam ve bağışlama hikâyesi olarak da adlandırılabilecek olan çalışma hemen tamamı hikâyenin geçtiği bölge ile etnik bağlantıları olan amatör oyuncularla ve teknik kadro ile çekilmiş ve yalın anlatımı ile de dikkat çekiyor.
Sahildeki kayalar arasında yakılan bir tahta maskenin görüntüsü ile açılıyor ve kapanıyor film. Açılışta bu görüntüyü önce ormanda çılgın bir şekilde koşan bir adam, daha sonra da bir adamın yakılan o maskeyi tahtadan oyma görüntüleri takip ediyor. İki büyük ailenin her yazı geçirmek üzere geldiği adada bundan sonra yaşananlar temel olarak bir çocuğun hayatına neden olan bir hata nedeni ile olan bitenler. Ölümün neden olduğu suçluluk duygusunu, öfkeyi, acıyı, kaçış ve hayatta kalma çabasını, intikam duygusunu ve bağışlamayı anlatan bu hikâye yerel kültürlere bir saygı ve yitip gitmekte olan bu kültürlere ve o toplumların hızla kaybolan dillerine bir ağıt olarak da görülebilir. Film bir efsaneyi (neden olduğu ölümün acısı nedeni ile aklını yitiren ve açlığın çıldırttığı bir doğaüstü varlığa (Gaagiixiid) dönüşen bir adamın hikâyesi) anlatırken bu efsanenin mistik yanını sömürmeden, o gizemli havayı korumayı başarıyor. Anlatılan çok yeni bir hikâye olmayabilir ama onu güçlü kılan otantikliği ve yönetmenlerin gerçek mekânları kullanmaktaki becerilerinin Jonathan Frantz’ın başarılı görüntü çalışmasının da çarpıcı katkısı ile birleşmesi ile ortaya çıkan görsel etkileyiciliği kesinlikle seyre değer kılıyor filmi.
Tüm kadronun hikâyenin “gerçek”liğine önemli bir katkı sağlayan doğal oyunları seyrettiğimize zaman zaman hoş bir belgesel tadı veriyor ve kendimizi on dokuzuncu yüzyılda çekilmiş gerçek görüntülerle karşı karşıya hissediyoruz. Barışçı ve sevecen bir topluluk bu ve oyuncular da çalışan ve eğlenen karakterlerini tartışmasız bir doğallıkla canlandırıyorlar. Hikâyenin baş karakteri olan Adiitsʹii’yi canlandıran Tyler York’un performansı ise klişe bir deyimle söylersek tam “Oscarlık”. Karakterinin baştaki sevecen ve yakışıklı hâlinden adeta bir yaratığa dönüşümünü inanılmaz bir gücü olan performansla gösteriyor bize hikâye boyunca. Fiziksel yanı da hayli öne çıkan bir rolü bu denli güçlü ama aynı zamanda bu denli doğal hayata geçirebilmek çok oyuncunun altından kalkabileceği bir yük değil ama York karakterinin her duygusunu ve hareketini çarpıcı bir şekilde geçirmeyi başarıyor bize. York ve diğer tüm oyuncular hemen hiç konuşamadıkları bir eski dil için iki haftalık bir eğitimle diyaloglarını ezberlemişler ve seyirciye ilk kez duydukları ve belki de sinema perdesinde bir daha hiç duyamayacakları bir dilin havasını taşımayı başarmışlar. Yavaş bir tempoda konuşulan ve uzak diyarların şiirini andıran bu dili bir kurgu filmle ilk kez sinemaya taşıdığı için bile önemli bir film bu.
Okyanus, ufuk, gökyüzü, orman ve bitki örtüsü gibi doğal ögeleri asla sömürmeden, hem mistik bir havayı koruyarak hem de bir belgesel gerçekçliği ile önümüze getiren film özellikle baş karakterinin adada tek başına kaldığı zamanları ve onun açlığını yatıştırabilmek için giriştiği mücadeleyi hayli etkileyici sahnelerle anlatıyor. Adamın kötü hava ile ilgili uyarıyı göz ardı etmesinin ve temizlenen bir balıktan arta kalanı yapması gerektiği gibi okyanusa atmayıp sahilde bırakması gibi gelenek dışı davranışların habercisi olduğu trajedinin yaşandığı bölgenin vahşi güzelliğini ormanı basan sis veya gökten inen ilk kar taneleri gibi görüntülerle sergileyen film, Kinnie Starr’ın kendisini hiç öne çıkarmayan ve hikâyenin etnik ve gizemli havasını destekleyen müzik çalışmasının yanında, başarılı ses tasarımı ve yerel şarkıları ile de dikkat çekiyor. Açlık sahneleri ve adamın kendisini adeta cezalandırmak için dikenlerin arasından geçtiği bölüm gibi sert anları da olan film suçluluk duygusunun beyazperdeye en güçlü biçimde taşındığı çalışmalardan biri.
El kamerası kullanımının sağladığı tedirginlik ve gerçekçilik bu alçak gönüllü filmi zenginleştirirken, hikâyenin -belki- hatırlattığı bir hususu da vurgulamakta yarar var: Baş karakteri üzerinden bakarsak, film belki de yok olan yerel kültürlerin ve toplumların son bireylerinin akıbetleri üzerine düşünmemizi de bekliyor bizden. “Durdurulamaz” bir biçimde tek-tipleşen bir dünyada, o kalan son “farklı” topluluklar ve bireylerin bir Gaagiixid olmak dışında şansları olacak mı acaba?
(“Edge of the Knife”)