Pressure Point – Hubert Cornfield (1962)

“Bu adamın inandığı her şey, uğruna mücadele ettiği her şey huzurumu kaçırıyor ve sinirlerimi bozuyordu”

Psikiyatrik sorunları olan ırkçı bir beyaz mahkum ve onunla ilgilenen siyah bir psikiyatristin hikâyesi.

1960’ların Amerikan sinemasından sosyal duyarlılıkları olan bir film. Yönetmen ve yapımcı Stanley Kramer’in bu kez sadece yapımcılığı üstlendiği ve onun imzasını taşıyan hemen tüm filmler gibi sosyal problemlere, burada ırkçılığa, dokunan bu çalışmanın yönetmeni İstanbul doğumlu Hubert Cornfield. Talihsiz bir kariyeri olan yönetmen 20th Century Fox şirketinin yöneticilerinden biri olan babasının iş ziyareti sırasında İstanbul’da dünyaya gelmiş. “Rebel Without a Cause – Asi Gençlik” adlı klasiğe kaynaklık eden romanın yazarı da olan psikolog Robert M. Lindner’in bir hikâyesinden uyarlanan film kimi yanları ile ilgi çekici olmakla birlikte zaman zaman bir psikanaliz dersi havasına bürünen yapısı ile aksayan bir çalışma. Filmi sürükleyenin doktor rolündeki Sidney Poitier değil de hasta mahkum rolündeki Bobby Darin olduğu bu eser olgun bir sinema dili ile daha etkileyici olabilme potansiyelini taşıması ile yine de ilgiyi hak ediyor.

Doktorumuzun sorunlu bir hastası ile baş edemeyen genç meslektaşına (bu rolde genç bir Peter Falk var) kendisinin yaşadığı ve zorlandığı bir vakayı anlatması ile 1960’lardan 1942’ye dönen ve finaline kadar da asıl olarak bu vakayı anlatan bir film karşımızdaki. Çocukluğunda yaşadıkları nedeni ile derin psikolojik problemleri olan ve siyahlar, yahudiler, eşcinseller başta olmak üzere kendi ait olduğu grup dışında herkesten nefret eden ırkçı hastamızı siyah bir doktorun karşısına çıkararak hikâye ilginç (ve belki bir parça kolay) bir çıkış noktası yakalıyor aslında. Alkolik, mutsuz ve sert bir baba ve kocasının kendisine yaşattıkları nedeni ile her şeyden elini ayağını kesen aciz ve zayıf bir anne ile büyüyen çocuğun ırkçılığını film pek de dolaylı olmayacak bir şekilde onun “zayıflardan (annesinden) nefret” eden kişiliğine bağlıyor. Hikâyenin yaşandığı yıllar Hitler’in gücünün zirvesinde olduğu ve Nazilerin Amerika’da da örgütlenmeye başladığı yıllar. Hikâyemiz adamın Yahudiler’e olan nefretini kızı ile çıkmasına izin vermeyen bir Yahudi baba ile de ilişkilendiriyor ama asıl olarak zayıf ırklardan nefreti onu ırkçı yapan. Doktorumuz kendisinden siyah olduğu için nefret eden adamı iyileştirmeye çalışırken hem bir ikilem içinde kalıyor hem de adamın asıl probleminin psikiyatrik sorunları değil ırkçı düşünceleri olduğuna inandığı için bu konuda da bir şeyler yapmaya çalışıyor. Filmin 1960 başlarında çekildiğini ve siyahların pek çok haklarına yeni kavuşmuş olduğunu düşünürsek filmin o sıralarda Amerikan toplumunda beyaz ve siyahlar arasında sürmekte olan gerilimin izlerini perdeye taşıdığı da söylenebilir. Nitekim doktor ve hastası arasındaki tüm ikili sahneler bu gerilimin iki tarafının birer sembolünü izlediğimiz izlenimini yaratacak şekilde oluşturulmuş.

Poitier’in alıştığımız güçlü oyunundan pek iz taşımayan durgun oyununun yanında filmin yıldızı Bobby Darin. Henüz 37 yaşında iken ölen oyuncu nefret objesi olacak bir kişiliğe sahip olan karakterini inandırıcı kılmayı başarıyor ve filmin en başarılı ve çekici anlarının da onun bu parlak performansını sergilediği anlar olmasını sağlıyor. Bu siyah beyaz filmin ilginç konusu ve Darin’in başarılı performansına rağmen yeterince çekici olamamasının temel nedeni yaratıcılarının filmi tam olarak nereye odaklayacaklarını bilemiyor görünmeleri ve filmin üslubunun da farklı tarzlar arasında gidip geliyor olması. Senaryo özellikle de açıklayıcı bir dış sese yer vererek seyrettiğimizin sık sık bir psikiyatri dersi gibi görünmesine neden olmuş. Adeta bir üniversite kampüsünde Freud’dan ders dinliyor gibi hissediyorsunuz kendinizi zaman zaman. Nerede ise Lindner’in kendi ilgilendiği vakalardan birini sinemacılar psikiyatri öğrencileri için filme almış bile denebilir. Hikâyenin ırkçılık ve psikanaliz gibi iki güçlü konuyu birlikte ele almaya çalışması da seyirci için doğru odak noktasını bulmakta sıkıntı yaratıyor film boyunca.

Yönetmen Cornfield’ın kimi üslup denemeleri (günümüz ve geçmişteki karakterleri aynı sahne içinde göstermesi, yavaşlatılmış gösterimler, barda geçen taciz sahnesinin tümü vb.) bir parça amatör durmakla birlikte filme bir çekicilik kazandırmışlar yine de. Film bu üslubu genele yaysa belki bugün kült bir film olarak görülebilirdi. Amerikalı Naziler’in kısa da olsa gerçek gösterilerinden görüntülerine de yer veren film bugün pek hatırlanmayan bir konuyu, Nazizmin sadece Avrupa’yı değil tüm dünyayı etkisi altına almış olan bir ideoloji olduğunu gündeme getirmesi ile ayrıca önemli ve “Almanlar da ciddiye almamıştı” diyerek vurguluyor bunu. Üstelik Poitier’in canlandırdığı doktorun meslektaşlarının onun hastanın ırkçı eğilimlerine gösterdiği hassasiyeti duymamaları üzerinden bir başka konuyu daha seyircinin gündemine sokuyor: Mahkumun ırkçı olması onun şartlı tahliyesine engel olmalı mı? Doktorumuz böyle düşünüyor ve sondaki gereksiz Amerika’ya güven söylevinde sonraki gelişmelerin de kendisini doğruladığının altını çiziyor.

1960’lardan gelen bu film Darin’in oyunu, ilginç konusu ve farklı üslubu ile ilgi gösterilmeyi hak eden bir eser. Ernest Haller’ın başarılı görüntüleri ve çerçevelemeleri (yardımcısının sonraları usta bir isim olan ve 3 kez Oscar kazanan Conrad L. Hall olduğunu da belirtilelim bu arada), yine ünlü bir isim olan Ernest Gold’un müziği ve başta ve sonda kısaca görünse de Peter Falk’ın varlığı ile de önemli bir film karşımızdaki. Üstelik Falk sonradan can verececeği Komiser Columbo karakterinden aşina olduğumuz alamet-i farikası olan hareketi de yapıp sağ elinin baş parmağını alnına götürüp ovuşturuyor; böyle bir nostalji öğesi de var filmin!

(“Baskı Noktası”)