Touchez Pas au Grisbi – Jacques Becker (1954)

“Bu benim son işimdi. Bu işin kaymağını yedik. Bu günü bekliyordum. Bütün bu lanet işlerden yıllar önce bıkmıştım. Artık emekli olmak istiyorum, anlıyor musun?”

Son vurgunundan sonra artık emekli olmaya karar veren bir suçlunun eski dünyasına zorunlu olarak dönmesine neden olan olayların hikâyesi.

Fransız yazar ve senarist Albert Simonin’in aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Simonin, Jacques Becker ve Maurice Griffe’in yazdığı ve yönetmenliğini Becker’in üstlendiği bir Fransa ve İtalya ortak yapımı. Fransız suç filmlerinin parlak örneklerinden biri olan çalışma; yaşayan karakterleri, karanlık havası, tutku ve dostluk gibi kavramların doğal güçleri ile kullanılması ve küçük hikâyesi üzerinden sıkı bir suç atmosferi yaratabilmesi ile önemli olan bir film. Başta Jean Gabin olmak üzere Fransız ve İtalyan sinemasının güçlü oyuncularının ek bir seyir keyfi kattığı film 1950’lerden bugüne çekiciliğini ve farklılığını da korumuş görünüyor.

Albert Simonin’in “Max le Menteur” adı ile bilinen üçlemesindeki romanların tümü sinemaya aktarıldı ve bunların ilki bu Jacques Becker yapımı oldu. Üçlemenin diğer iki romanı, sinemaya da aynı adla aktarılan ve bizde “Kalpazanlar” adı ile gösterilen “Le Cave Se Rebiffe” (Gilles Grangier – 1961) ve sinemaya “Les Tontons Fliengueurs” adı ile uyarlanan “Grisbi or not Grisbi” (Georges Lautner – 1963) adlı kitaplardı. Bu Becker filmi, baş karakter Max’i canlandıran Jean Gabin’in kariyerindeki yaklaşık beş yıllık duraklamaya son vermesi ve ona tekrar yıldız statüsünü kazandırması ile de biliniyor. Filmin başarısını sağlayan birkaç farklı faktör var ve bunlardan biri kendi dünyasını yaratmayı başaran ve küçük suç filmlerinin o sıkı ve gerçekçi atmosferine sahip olan hikâyesi. Polisleri (devletin temsilcilerini) tek bir sahnede ve o da kısa süren bir uzaktan çekimde gördüğümüz film tamamı ile suçluların dünyasında geçiyor ve o dünyanın kendine özgü koşullarını, dostluklarını ve tehlikelerini, fedakârlık ve ikiyüzlülüklerini, fırsatlarını ve risklerini çekici ve yaşayan karakterlerle anlatıyor bize. Günümüzün gösterişli Amerikan yapımlarında değil ama özellikle tüm başarılı Fransız polisiyelerinde ve Amerikan sinemasının 1940 ve 50’li yılardaki başarılı “kara filmler”inde gördüğümüz sahiciliğe sahip hikâye ve tüm karakterler. Eleştirmen Svet Atasanov film için şöyle yazmış: “Bazı filmler “cool” görünmek için gerçekten çok ama çok fazla uğraşırken, Becker’in bu filmi gibi bazıları ise zaten öyledirler”. Gerçekten de örneğin Michael Mann’ın filmleri gösterişli ve cool olmak için özel bir gayret gösterildiğini her karelerinde belli ederler; burada ise Becker sizi karakterlerin dünyasının doğal bir tanığı yapıyor ve onların “cool” havalarını sadelik içinde anlatıyor. Evet, bir stilize yanı da var ve filme bir şıklık da katıyor bu ama altı çizilmiş, özellikle yaratılmış bir stilizasyon değil karşımıza çıkan; siyah-beyazın verdiği destekle de Becker bu stili de anlattığı dünyanın organik bir unsuru kılıyor çünkü.

Bir adamın bir kadına karşı duyduğu tutku ve kıskançlık, bir adamın yaşlandım duygusu, bir adamın bir adam için derin dostluğu nedeni ile yaptığı fedakârlık ve bir adamın diğerlerini atlatıp ganimete el koyma planı; hikâye temel olarak bu üç öğe üzerinden ilerliyor ve her birini diğerleri ile başarılı bir biçimde ilişkilendirerek ilgiyi hep canlı tutmayı başarıyor. Jean Wiener’in tekinsiz bir atmosferden dramatik anlara farklı havalara uzanabilen çekici müziğinin eşlik ettiği hikâye Fransızlara özgü bir biçimde duyguları (elbette başta aşk olmak üzere ama bu kez diğerlerini de öne çıkararak) aksiyonun parçası yapmayı başarmış. İlk andan başlayarak Max karakterini özenle ve adım adım inşa ederek bize tanıtan film bu adamın suç dünyasından çekilme arzusunun zor durumdaki bir arkadaşını kurtarma isteğine çarpmasını anlatırken bize, onun yaşlanmış olma gerçeği ile yüzleşmesinin de tanığı yapıyor bizi. Filmin cazibelerinden biri de işte bu yaşlılık duygusunun egemen olduğu adamın kendisini aksiyonun içinde bulması ile ortaya çıkan çelişki.

Becker filmin hemen tüm dış sahnelerini gece çekmiş ve hikâyeye çok yakışan bu tercih ile filmin “karanlık” atmosferini daha da güçlendirmiş. Pierre Montazel’in kamerası bu sahnelerde kesinlikle sade tutulmuş bir stilizasyon ile yönetmene çok önemli bir kolaylık sağlıyor ve bir suç filmi için çok önemli olan gerilimin kurulmasına ve canlı tutulmasına büyük bir destek veriyor. Becker’in sadece tek bir sahnede (Max’in, arkadaşının başına açtığı dertleri, onun için yapmak zorunda kaldıklarını sorguladığı sahne bu) kullandığı iç ses filmin geneli içinde hayli ayrıksı bir tutum gibi görünüyor ama o sahneyi çekici kılan aslında tam da bu ayrıksı durum. Ortada hiç güvenlik ve adalet otoriteleri olmamasına rağmen “adalet”in sağlandığı film sona sakladığı aksiyonu ile de ilgi çekiyor. Uzun süren bu finalde beklenen karşılaşma ve çatışma gerçekleşirken, film de sıkı bir kapanışa sahip oluyor.

Max rolündeki Jean Gabin şüphesiz filmin başarısındaki en önemli pay sahiplerinden biri. Bu usta oyuncu karakterinin yorgun ama yine de güçlü ve otoriter havasını gerçekçi bir sadelikle canlandırıyor ve onun “duyguları olan iyi suçlu” havasını özenle yaratıyor bizim için. Arkadaşı Riton rolündeki René Dary de kıskançlığının ve aşkının esiri olan suçluda tam bir Fransız karakterini benzer bir çekiciliğe büründürmeyi başarıyor. İlk sinema filminde oynayan İtalyan oyuncu Lino Ventura ve yine sinemadaki ilk rollerinden birindeki bir başka usta oyuncu Jeanne Moreau da güçlü oyunculukları ile filmin kadrosunu zenginleştiren ve hikâyeye cazibe katan isimler olmuşlar. Gerek bu oyuncuların gerekse diğerlerinin performansları ile sahiciliklerini artırdıkları karakterlerin gerçekliği, filmi sıradan bir suç hikâyesi olmaktan çok farklı bir yere taşıyor ve onun neden bir klasik olabildiğini de anlamamızı sağlıyor Gabin’in kendisi ve arkadaşı için bir şişe şarap açtığı, alçak gönüllü bir akşam yemeği hazırladığı ve sonra da yattıkları sahnenin (aktörün “oynamadan” oynamayı nasıl başardığını gösteren ve bu iki suçluyu bizim gibi sıradan birer insan olarak sergileyen bir bölüm bu) güzelliğinin bile görmek için tek başına yeterli bir neden oluşturduğu bu sert ve zarif film kesinlikle başarılı bir çalışma. François Truffaut’nun “Bu filmin gerçek konuları yaşlanmak ve dostluk” dediği bir klasik bu ve Becker’i, dönemdaşların bir parça gölgesinde kalan yönetmeni hatırlamak için de iyi ve doğru bir fırsat.

(“Grisbi”)

Casque d’Or – Jacques Becker (1952)

“Seni almaya geldim, Marie”

Bir gangsterin sevgilisi olan çekici ve güçlü bir hayat kadınının onu terk ederek, eski bir suçlu olan bir marangoza âşık olması ile gelişen olayların hikâyesi.

On dokuzuncu yüzyıl sonlarında Paris’te yaşanan gerçek bir olaydan esinlenen, Fransa yapımı bu filmin senaryosu Jacques Becker ve Jacques Companéez’e, yönetmenliği ise Becker’e ait. Kendisi ile aynı dönemde çalışan meslekdaşları kadar tanınmasa da Fransız sinemasının önemli isimlerinden biri Becker ve bu filmi de Fransa tarihinde “Belle Époque” olarak bilinen dönemde geçen bir trajediyi anlatan hikâyesi ile kesinlikle çok başarılı bir çalışma. Yönetmenin en sevdiği filmlerinden biri olan çalışma Simone Signoret, Serge Reggiani ve Claude Dauphin’in hikâyenin romantizmine ve dramına çok uygun performansları ile de değer kazanan, “basit”liğini çekici bir unsura dönüştürebilen ve mutluluğun ne kadar yakınsa bir o kadar da uzak olduğunu gösteren hikâyesi ile gerçekçi bir sinema yapıtı.

“Belle Époque” dönemi Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet’in ilan edildiği 1870’de başlayan ve Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914’e kadar süren bir “iyimserlik” çağına verilen bir isim. Barış, bilimsel ilerlemeler ve sanatın başyapıtlarının damgasını vurduğu bu dönem insanın kendisine yaptığı en büyük zulümlerden biri olan dünya savaşı ile sona ererken pek çok sanatçıya da ilham kaynağı olmuştu özgürlük ve mutluluk havası ile. Becker’in filmi bu dönemdeki bir hayat kadınını ve etrafındaki üç erkeği odağına alarak trajik bir hikâye anlatıyor bize. Simone Signoret’nin kendisine En İyi Yabancı Aktris dalında BAFTA ödülü getiren müthiş performansı ile canlandırdığı Marie bir gangsterin ve adamlarından birinin sevgilisi olan, güçlü bir kişiliğe sahip, şımarıklık yapmaktan çekinmeyen, “özgür” bir kadın. Onun tesadüfen karşılaştığı, eskiden suç dünyasının bir parçası olsa da şimdi hayatını marangozlukla kazanan, onurlu ve güçlü Georges Manda ile karşılıklı duyguları hem onları hem de etrafındakileri köklü bir biçimde etkileyecek ve trajedi ile sonuçlanan olayların da nedeni olacaktır.

Ünlü Fransız sinemacı Marcel Camus’nun yönetmenin asistanlarından biri olduğu film daha açılış sahnesinde güçlü bir kadın karakterle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bize. Tıpkı açılış jeneriğinin belki de onun (ve dönemin) bir sembolü olan siyah bir tül üzerinde yazılması gibi, bu ilk sahnede de nehirde erkeklerin arasında kürek çeken tek kadındır o ve diğer hayat kadınlarının aksine yanındaki erkeğe hiçbir zaman boyun eğmemektedir; itiraz etmekten, kendi istediğini yapmaktan, kışkırtmaktan çekinmeyen ve ilk adımı erkeklerin atmasını bekleyen dönemin kadınlarının aksine “cüretkâr” olmaktan çekinmeyen bir kadındır Marie. Film de adını onun saç renginden almaktadır; Altın Başlık (veya daha doğru bir çeviri ile Altın Miğfer) isminin doğruluğunu vurgulamak için özellikle yakın plan yüz çekimlerinde onun başını arkadan aydınlatıyor yönetmen Becker ve bize adeta yakıcı bir güneş parlaklığını gösteriyor. Siyah-beyaz olarak çekilen filmde Robert Lefebvre’nin nerede ise altın rengini yaratabildiği görüntü çalışması filmin adının doğruluğunu desteklemekle kalmıyor, kadının bir cazibe merkezi olmasının da görsel karşılığını yaratmış oluyor. Âşık olduğu Manda ise onurlu ve güçlü bir karakterdir ve aktör Serge Reggiani’nin tartışmasız bir gerçekçilik ve çekicilik kattığı bu adam tüm tehlikelerine karşın onunla birlikte olmaya ve bedelini de ödemeye hazırdır.

Bir suç hikâyesi de içermesine ve karakterlerinin gangsterler, hayat kadınları veya en azından eski suçlular olmasına rağmen, senaryoda baskın olanların aşk, tutku, fedakârlık ve dostluk olması filmi ilginç kılan yanlarından biri. Becker’ın karakterlerinin tek tek psikolojilerine eğilmekten çok, onları içinde bulundukları atmosferin parçası olarak anlatmayı tercih etmesi filmi dönemin diğer örneklerinden ayıran bir yere koyuyor. Hikâye -bir Fransız filmi olarak- sınıf farklılıklarını da gündemine almış ve üst sınıfların (zenginlerin) züppeliğine göndermelerde bulunmaktan çekinmemiş. Bir grup zengin insanın adeta bir sirke gidip hayvanların şovlarını izlemeleri gibi alt sınıftan insanların gittiği ve hayat kadınlarının da etrafta gezindiği bir gece kulübüne eğlenmeye gelmeleri -daha vurucu bir yere bağlanmasa da- bu insanlara bir eleştirinin örneği olarak yer alıyorlar hikâyede ve Becker hikâyenin asıl karakterlerini ne kadar sahici (iyi ya da kötüden öte, yaşayan karakterler bunlar) gösteriyorsa, onları da o kadar yapay karakterlerle sunuyor seyirciye.

Bir yürüyüşte karşılarına çıkan bir kilisedeki düğünü özlem ve imrenme dolu gözlerle izleyen kadının yarattığı hüznün ve finalin doğrudanlığı ile sahip olduğu trajedi duygusunun akıllıca kullanıldığı filmde görüntü yönetmeni Robert Lefebvre ile birlikte Becker izlenimci ressamları çağrıştıran bir sonuç ortaya koymuş. Özellikle baştaki ilk tanışma sahnesi ve daha sonra da iki âşığın kırda yürüyüş bölümü görsel güçleri ile filmin öne çıkan anları olarak gösterilebilir. Signoret ve Reggiani’nin karakterlerini sade ve doğallığı ile güç kazanan oyunculuklarla canlandırdıkları filmde Signoret’nin performansı Amerikalı müzisyen Eunice Kathleen Waymon’ı o denli etkilemiş ki şarkıcı sanat hayatı için kendisine tüm müzikseverlerin onu tanıdığı ad olan Nina Simone’u seçmiş. Dönemine göre “cüretkâr” sahneleri olan film (erkek ile kadını aynı yatakta göstermek veya Reggiani’nin -açıkça gösterilmese de- yatakta çıplak olduğunun seyirci tarafından anlaşılması gibi “cüretkârlık”lar bunlar) 1950’lerin Fransız sinemasının parlak örneklerinden biri ve değeri yeterince takdir edilmemiş Jacques Becker’in de en önemli eserlerinden biri olarak görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

(“Golden Marie” – “Altın Başlık”)