Glengarry Glen Ross – James Foley (1992)

“Bu saati görüyor musun? Bu saati görüyor musun? Bu saat senin arabandan daha pahalı. Geçen yıl 970 Bin Dolarlık satış yaptım. Ya sen? Görüyorsun dostum, işte ben buyum ve sen bir hiçsin. İyi bir adam? Umurumda değil. İyi bir baba? Lanet olsun! Evine git ve çocuklarınla oyna.”

Bir emlak bürosunda çalışan ve ağır satış baskısının altında çileden çıkan çalışanların hikâyesi.

David Mamet’ın Pulitzer ödüllü tiyatro oyunundan sinemaya uyarlanan ve James Foley tarafından yönetilen bir film. Foley’in sinema yönetmenliği kariyerinin en parlak ve “At Close Range – Kapan” ile birlikte kayda değer iki filminden de biri. Muhteşem bir oyuncu kadrosunun tüm üyelerinin oyunculuk sanatının zirvelerinde dolaştığı film emlakçıların dünyasında geçse de aslında genel olarak tüm bir ekonomik ve sosyal sisteme (kapitalizme?) sert bir eleştiri getiren bir çalışma. Müziğinden görüntü çalışmasına pek çok alanda teknik üstünlükleri de olan film zaman zaman sinemadan çok televizyon için filme alınmış bir tiyatro oyunu havası vermiyor değil ama karşımızda o derece güçlü bir kadro var ki kendisini affettirdiği söylenebilir. Filmi seyrettikten sonra bu hikâyeyi bir tiyatro salonunda böyle büyük bir kadro ile ve canlı olarak seyretme arzusunu duyurması bile başlı başına takdir edilecek bir başarı.

Al Pacino, Jack Lemmon, Alec Baldwin, Alan Arkin, Ed Harris, Kevin Spacey ve Jonathan Pryce… Bir filmin kadrosu bu isimlerden oluşursa ve onların tümü de karşılıklı bir oyunculuk gösterisi içinde sizi avuçlarının içine alırlarsa, şikayet edeceğiniz tek bir konu olur herhalde sinemasever olarak: Filmin bitmesi. Her ne kadar ödüllerde veya adaylıklarda Pacino ve Lemmon’ın adı geçmiş olsa da tüm kadro kesinlikle çok başarılı ve Mamet’ın zaten kendisine ait olan sağlam bir malzemeden, tiyatro oyunundan, uyarladığı hikâyedeki muhteşem diyaloglarını birbiri ardına mükemmel bir performans ile dile getiriyorlar. Pek çok başka oyuncunun bu filmde rol almak için neden kulis yaptığını veya rol kapma fırsatı bulmuş oyuncuların neden standart ücretlerinin çok altındaki tutarları kabul ettiğini filmi seyredince anlamak çok kolay. Lemmon’ın “hayatımda birlikte film yaptığım en muhteşem kadro” dediği bu oyuncu grubunun karşısına çıkan fırsat hiçbir oyuncunun kaçırmak istemeyeceği türden çünkü. Sıkı diyaloglar, gerçek karakterler ve akıllıca kurgulanmış bir hikâye bir oyuncunun sık sık karşısına çıkmaz. Oyuncuları tek tek övmeye gerek yok ama rolü nispeten küçük olsa da ve çarpıcı diyaloglar gibi bir silahı olmasa da, canlandırdığı ezik erkek müşteri rolünde Pryce’ın karakterine kazandırdığı gerçekçiliğin ayrıca altını çizmek gerekiyor dikkatlerden kaçmaması için.

Juan Ruiz Anchía’nın oyuncuların dinamik performansını yakalayan ve hikâye ilerledikçe renk ve ışık değerlerini atmosferi doğru yansıtacak şekilde farklılaştıran görüntüleri ve bol Oscar’lı besteci James Newton Howard’ın caz ağırlıklı müziğinin de başarısına katkıda bulunduğu bir film karşımızdaki. Kapanış jenerikleri ile birlikte dinlediğimiz ve Al Jarreau’nun seslendirdiği “Blue Skies” benzeri şarkılar da filme ciddi katkı sağlıyorlar. Peki tüm bu unsurların desteklediği hikâye ne anlatıyor? Paranın ve “başarının” tek değer olduğu bir sistemi tüm çıplaklığı ile bir mikro hikâye üzerinden getiriyor karşımıza film. Şirket yöneticilerinin başarısız gördüğü veya yeterince başarılı görmediği çalışanları aşağıladığı, çalışanların rekabet adı altında birbirine düşürüldüğü ve insani tek bir duygunun veya önceliğin bile sistemin çarklarının “dönmesi gerektiği gibi” dönmesine engel olmasına izin verilmediği bir dünya bu. Bu dünyanın içinde debelenen, onurunu korumayı bile unutup tek hedefleri hayatta kalmaya dönüşmüş karakterlerin trajedisi sadece bu insanlara özgü değil diyor filmimiz. Bu bir sistem sorunu diyor sert hikâyesi ile ve seyircinin de yüzleşmesini bekliyor kendi hayatı ile. Bunu yaparken de, yönetmen Foley oyuncularından ve diyaloglardan aldığı desteği sonuna kadar kullanarak pek çok çarpıcı sahneye imza atıyor. Lemmon’ın karakterinin umutsuz satış çabaları ve yine onun finaldeki yıkılmış hali, Harris ile Arkin arasındaki ilkinin diğerini bir eylemi yapmak için kandırmaya çabaladığı tüm bir bölüm, Pacino’nun muhteşem oyunculuğu ile şov yaptığı ve monologlarını dile getirdiği tüm sahneler, Pryce’ın satın almaktan vazgeçtiğini söylemek için geldiği ofiste Pacino ile arasında geçenler vs. kesinlikle sinema tarihine geçecek güzellikteler.

Bol bol küfürlü cümlelerin kullanıldığı, karakterlerin özdeşleşmeye özellikle imkân vermeyecek şekilde genellikle olumsuz özelliklerle çizildiği film yukarıda sıraladığım tüm başarılarına rağmen sinemasal güç açısından çok yükseklerde gezinmiyor. Bunun en güzel kanıtı da yine yukarıda örneklerini verdiğim sahnelerin mizansen nedeni ile değil, oyunculuk ve diyaloglar nedeni ile bu denli parlak olmaları. Böyle olunca da bu hikâyeyi aynı kadro ile tiyatroda izlemek kim bilir nasıl keyifli olurdu diye düşünmekten kaçınamıyorsunuz. Çok ama çok konuşulan ve epey de hızlı konuşulan filmden en çok keyif alacaklar filmi orijinal dilinden takip edecek kadar İngilizce bilgisi olanlar sanırım. Altyazıları takip ederken hem kimi diyalogları hem de daha önemlisi oyuncuların performanslarındaki kimi anları kaçırmak filmden alınacak keyife zarar verebilir çünkü. Ayrıca Foley’in tiyatro havasını azaltmak için başvurduğu kimi kamera hareketlerinin zaman zaman yapay bir hava oluşmasına neden olduğu da söylenebilir. Bunlar bir yana, kapitalizmin insanların doğasını ve ahlâkî yaklaşımlarını nasıl bozduğunu nerede ise nihilizm örneği olarak nitelenebilecek bir resimle anlatan film sadece oyuncuları için bile seyri kesinlikle hak ediyor. Filmin oyunculuklarını bir büyük orkestra eserine, tüm enstrümanların hem kendi sololarını yapabildiği hem de diğer enstrümanlarla ikili ve üçlü ortak performanslar sergileme imkânı bulduğu bir esere benzetmiş bir eleştirmen ve çok doğru bir tanımlama yapmış.

(“Amerikalılar”)

At Close Range – James Foley (1986)

“Buradan geçenler, evler, çiftlikler ve tarlalar görür. Bense sadece para görürüm ve yürütebileceğim şeyleri”

Aileyi yıllar önce terk etmiş babası ile karşılaşan ve onun hırsızlık çetesine katılmaya çalışan bir gencin hikâyesi.

Gerçek bir hikâyeden uyarlanan ve 1978 yılında geçen film babanın olmadığı bir evde evin erkeği rolünü üstlenmek durumunda kalan bir gencin babasının keşfettiği gerçek yüzünün neden oldukları ile mücadelesini anlatıyor temel olarak. Bu çabasının sonucunu da kalın çizgiler ile ikiye ayırmak gerekiyor; son yarım saatine kadar genellikle vasat bir tonda ilerleyen film pek de özgün olmayan konuları etrafında çekici olmayı başaramadan dolaşırken son yarım saatte ortaya bambaşka bir film çıkıyor.

Sean Penn’in hikâyenin asıl kahramanı olan genci, kardeşi Chris Penn’in ise küçük kardeşini canlandırdığı filmde baba rolündeki isim ise Christopher Walken. Kahramanımızın sevgilisi rolünde ise Mary Stuart Masterson var. Walken aksamıyor ama güçlü bir potansiyeli olan rolünde öne de çıkamıyor açıkçası. Sean Penn ise her zaman olduğu gibi yine iyi, yine parlak bir oyun veriyor. Özellikle filmin son bölümünde tam bir gövde gösterisi yapıyor denebilir. Bu son bölüm filmin hemen tüm geri kalanından bambaşka ve çok parlak bir hava taşıyan ve sinemasal olarak da çok başarılı anları barındırıyor. Öyle ki sanki iki ayrı film izlediğinizi düşünebilirsiniz. Çok vasat bir düzeyde seyreden filmin bu son bölümde ulaştığı etkileyicilik inanılmaz gerçekten. Adeta filmin yaratıcıları tüm enerjilerini ve becerilerini bu bölüme saklamış gibi görünüyor. Filmin temposu, mizansenler, oyunculuklar, kısacası bir filmi oluşturan her ne varsa tümü birkaç sınıf birden yukarıya çıkıyor ve film sanki bir dönüşüm geçiriyor bu anlarda. Böyle olunca da keşke ile başlayan pek çok cümle geçiyor içinizden bu finali seyrederken.

Madonna’nın “Live To Tell” adlı şarkısının kapanış jeneriğinde kullanıldığı, şarkının ana temasının enstrümantal yorumunun ise film boyunca nerede ise aralıksız ve yoran bir biçimde hikâyeye eşlik ettiği film bir bakıma “geri dönen” bir baba ve onun iki erkek çocuğunun ilişkileri olarak da izlenebilir belki ama o alanda pek parlak veya aslında elle tutulur herhangi bir analiz yok kesinlikle. Filmin üzerine gidebileceği bir baba-oğul ilişkisi, baba özlemi gibi temalara hemen hiç dokunulmamış film boyunca. Buna karşılık filmin hikâyedeki trajik boyutu özellikle son yarım saatte etkileyici bir şekilde ele aldığı, kötülüğün yüzünü ve insanların kötülükte nerelere kadar gidebileceğini yine bu anlarında çarpıcı bir sinematografi ile karşımıza getirdiği söylenebilir. Sondaki Sean Penn’in donan yüzünü içeren çarpıcı bir görüntü ile sona eren film özellikle ve aslında sadece son yarım saati için izlenmeli.

(“Kapan”)