Testament of Youth – James Kent (2014)

“Ben geride kalanlarımız adına konuşuyorum; anneler, kız kardeşler, kadınlar adına. Erkeklerimizi biz yolladık savaşa! Erkek kardeşimi savaşa göndermek için babamla tartıştım. Çünkü doğru olanın bu olduğunu sanıyoruz, şerefli olanın. Elimden tek gelen burada dikilip, size şunu sormak: Öyle mi, doğru muydu? Başka bir yolu olabileceğini kabul edecek gücü bulabilir miyim? Belki de ancak şu an bir olup şunu söylersek ölümleri anlam kazanır: Hayır, öldürmeye hayır! Savaşa hayır! Bitmeyen intikam döngüsüne hayır! Bu kadar yeter! Yeter!”

Birinci Dünya Savaşı yıllarında bir kadının savaşın neden olduğu trajedilerle ve kayıplarla başa çıkmaya ve umudunu canlı tutmaya çalışmasının hikâyesi.

İngiliz feminist yazar Vera Brittain’ın aynı adı taşıyan, 1933 tarihli otobiyografisinden uyarlanan bir Birleşik Krallık yapımı. Savaşın hemen öncesinde ve kadınların üniversiteye gitmesinin pek teşvik edilmediği ve gidenlere de lisans verilmediği bir dönemde Oxford’a girmeye çalışan genç bir kadının savaş nedeni ile yaşadığı trajedileri anlatıyor film. Senaryosunu Juliette Towhidi’nin yazdığı filmin yönetmen koltuğunda oturan isim hemen hep televizyon için çalışan ve bu filmle ilk kez sinemaya geçen James Kent olmuş. Yapımcıları arasında, 1979’da aynı kitabı beş bölümlük bir televizyon dizisi olarak da çekmiş olan BBC’nin de bulunduğu film tüm BBC filmlerinin garanti ettiği kalite düzeyini yakalayan, iyi oynanmış ve özellikle cepheden karşımıza getirdiği görüntülerle dikkat çeken bir yapım. Daha önce 275 dakikalık bir dizide anlatılanların bu kez 129 dakikaya sığdırılmasının neden olduğu bir yeterince derinleşememe problemi olan film hümanist içeriği ve barışçı tutumu ile de ilgiyi hak ediyor.

Yönetmen James Kent daha sonra bir sinema filmi daha (2019 yapımı “The Aftermath”) çekmiş ve ilginç bir şekilde bu filmde de savaşı değil ama hemen sonrasını (bu kez İkinci Dünya Savaşı) anlatmış. Burada ise savaşın hemen öncesinde başlayan ve hemen sonrasında da sona eren bir hikâye anlatıyor bize Kent. Biyografisi filmin kaynağı olan Vera Brittain savaş sırasında gönüllü olarak hemşirelik yapan ve feminist kimliği kadar pasifist kimliği ile de bilinen bir yazar. Film de bu kimlikleri öne çıkarırcasına feminist bir söylem içeren sahnelerle başlayıp pasifist söylemi olan bir sahne ile sona eriyor. Oxford’da okumaya kararlı genç kadının savaş ile savrulan hayatını, kaybettiği yakınların neden olduğu trajedilerini, gönüllü hemşireliği sırasında yaşadıklarını ve tüm bunların sonucu olarak da pasifist bir kimliğe kavuşmasını izliyoruz bu sahnelerin arasında. Kent tüm bunları temiz bir dil ile anlatırken kendisinin de içinde bulunduğu televizyon dünyasının kodları ile hareket ediyor genellikle ve sinemasal açıdan pek bir risk almıyor. Arkasındaki BBC isminin garanti ettiği “doğru politik duruş”a sahip olan film, özellikle set ve kostüm tasarımlarında kendisini gösteren özenli yapım unsurları ve aksamayan oyunculuklar ile de kendisini ilgi ile seyretttiriyor.

Filmin iki saati biraz aşan süresinin karakterinin tüm yaşadıklarını hakkı ile anlatmak için bir parça kısa kaldığını görüyoruz; üstelik kadının savaş sırasında Malta’da da hemşire olarak çalışması ve hatta bindiği geminin torpido saldırısı nedeni ile batma tehlikesi yaşaması gibi sinemasal açıdan önemli bir unsura hikâyede yer veril(e)memesine rağmen geçerli bu durum. Biri karşılıksız iki heteroseksüel aşk, bir homoseksüel aşk, dört trajik ölüm, dönemin savaşın daha da zorlaştırdığı koşulları altında bir kadın olarak özgürlüğünü elde etme ve koruma çabası gibi her biri önemli ögelerle dolu olan film bu nedenle zaman zaman daha uzun bir film veya birkaç bölümlük bir televizyon dizisinden kısaltılmış gibi duruyor ve bu da doğal olarak eserin sinemasal gücünü azaltıyor. Gerçekten anlatmaya değer bir hayatın aslında sadece dört yıllık bir bölümü kapsanmış olsa da yine de hikâye süre için bir parça kısa kalmış görünüyor.

Kendisine piyano alınmasını veya iyi bir koca adayına göre yaşamayı değil, Oxford’da okumayı ve yazar olmayı arzu eden bir genç kadın Vera (“Koca istemiyorum ki! Daha kaç defa söylemem gerek? Hayattaki tek amacı kendini bir adama yamamak olan bir kızın olmadığına üzgünüm. Evlenmeyeceğim ben, ne şimdi ne de sonra!”) ve onun hikâyesini kadının edebiyatçı kimliğine uygun dozda bir lirizm ile anlatarak doğru bir tercihte bulunmuş Kent. Cephede geçen sahnelerde savaşın kendisine değil, kurbanlarına odaklanan kamera yakaladığı görüntülerle filmi Terrence Malick’in “The Thin Red Line” adlı eserine yaklaştırıyor sık sık ve oradaki hüznü ve estetiği tekrarlıyor bir bakıma. Bu sahnelerde kullanılan Max Richter imzalı müzik ve okunan mektupları dinlediğimiz sahneler de destekliyor bu esinlenmeyi ve gerçekten çok etkileyici bir sonuç elde ediyor Kent görsel olarak. Görüntü yönetmeni Rob Hardy’nin kamerası savaşın tüm kurbanlarını unutulmaz ve yürek burkan bir şekilde karşımıza getirirken, vicdanı olan (ya da vicdanını milliyetçiliğin köreltmediği) her bir bireyin “Neden?” sorusunu sormasını sağlıyor. Bir parça fazla doğrudan olsa da kadının sonlardaki “pasifist manifesto”su veya hayli etkileyici bir ölüm döşeğindeki Alman asker sahnesi gibi bölümleri ile de öne çıkan filmde kameranın yavaş yavaş yükselerek yaralı ya da ölü yüzlerce askeri ve aralarında çaresizce dolaşan hemşireleri gösterdiği sahneden etkilenmemek de mümkün değil.

Savaş sonrasında ıssızlığın hâkim olduğu görüntülerle, adeta yitirilenlerin neden olduğu ve hiçbir zaman doldurulamayacak boşluğu (“Hepimizin etrafı hayaletlerle sarılı artık; şimdi onlarla birlikte nasıl yaşayacağımızı öğrenmemiz gerekiyor”) anlatan filmde senaryonun kimi basit problemlerden kaçınamadığını da söylemek gerekiyor: Örneğin bir cümle altı çizili olarak söylendiğinde ve mizansen de bunu vurguladığında anlıyorsunuz ki tam da bu söylenenle ilgili önemli (ve olumsuz) bir şey olacak. Bir televizyon filminde veya ticarî yanı ağır basan bir sinema filminde -ortalama bir seyircinin olacak şeyi kaçırmaması ve kolayca etkilenmesi için normal görünen- bu tercih burada pek de uygun durmuyor açıkçası. İsveçli oyuncu Alicia Vikander’in çok parlak bir performans gösterdiği filmin duyguları -genellikle- zorlamamasını ise hanesine artı puan olarak eklemek gerekiyor. Kayıp bir kuşağa adanmış bir eser olarak da görebileceğimiz çalışma kusurlarına rağmen temiz (belki bir parça fazla temiz) anlatımı ile de ilgiyi hak eden bir sinema eseri özet olarak.