“Annemin kalbini kıranın babamı kaybetmesi olduğunu düşünmüyorum, aşkı kaybetmek kırdı onun kalbini”
Terk edilmiş ve depresyondan çıkamayan bir anne, ona bakmaya çalışan küçük oğlu ve hayatlarına giren bir cezaevi kaçağının hikayesi.
ABD’li yazar Joyce Maynard’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmi Jason Reitman yazmış ve yönetmiş. Kate Winslet, Josh Brolin ve genç oyuncu Gattlin Griffith’in başrolleri paylaştığı film temel olarak Winslet’in oyunu ile çekicilik yaratabilen, hikâyesinin vaatlerini tutamayan ve gerçeklik problemleri yaşamaya başladıkça yavaş yavaş dağılan bir çalışma olarak özetlenebilir. Görüntü çalışması (Eric Steelberg) ve özellikle müziği (Rolfe Kent) hikâyenin kimi sıkıntılarını kapatsa da yönetmen Jason Reitman adına başarı örneği olarak gösterilemeyecek olan film, sinemadan çok televizyona yakışan bir biçim ve içeriğe sahip. Yine de başta Winslet’in oyunu ve aşkın kendisine tutku ile bağlı bir kadının, aşksız kalmasının trajik sonuçlarını anlatan bu film kimileri için çekici görünebilir.
1987 yılında geçiyor hikâyemiz ve şimdi 30’lu yaşlarının başındaki bir adamın on üç yaşında iken annesi ile beraber yaşadığı bir macerayı anlatıyor bize. Zaman zaman anlatıcı rolünü üstlenen adamın dile getirdiği bir yandan da onun “büyüme hikâyesi” ve filmde epey bir ağırlığı var karakterinin. Ne var ki onun büyüme sancılarını hiç yeni bir şey söylemeden anlatıyor hikaye bize ve ilk öpücük ve genç kız arkadaş karakteri başta olmak üzere epey alışılmış duruyor seyrettiklerimiz. Anne karakteri, özellikle de Winslet’in varlığı ve senaryoya rağmen etkileyici olabilen oyunu ile çok daha fazla şey vaat ediyor ama burada da aksıyor film ve kadının “tutku”dan uzak hayatının onu nasıl bu denli etkileyebildiğini ve şimdi aniden hayatına giren bir cezaevi kaçağına nasıl bu denli kolay kapılıverdiğini sinema dilinden çok diyaloglara ve anlatıcının sözlerine dayanarak anlatmaya çalışıyor. “Erkeksiz” bu ailenin adam gelmeden önceki ve sonraki yaşamları arasında cehennem ile cennet arasındaki kadar ciddi bir fark var nerede ise ve senaryonun burada bu eksikliği bu derece korkunç olarak tanımlaması bir parça da rahatsız ediyor açıkçası. Çocuğun bir babaya, kadının bir erkeğe ihtiyacı anlaşılabilir bir durum elbette ama erkeğin eli değer (hem iki karaktere madden ve manen hem de tüm o “erkek” işleri üzerinden eve ve bahçeye vs.) ve her şey yoluna girer çok abartılı bir anlatım tercihi olmuş kesinlikle. İnandırıcılık açısından ciddi sıkıntı yaratan bu tercihe, filmin başka zorlama anlarını da eklemek gerekiyor. Polis tarafından her yerde aranan adamın birkaç gün boyunca evin arka bahçesinde de olsa giriştiği tamirat işleri, kadın ve çocuk ile oynadığı oyunlar (elbette beyzbol bu oyun, bir Amerikan filminde baba çocuğuna ne öğretebilir ki başka ve ailenin kutsallığını/babanın varlığını daha iyi hangi oyun kanıtlayabilir) vs.’ye henüz cezaevinden kaçmış adamın markette herkesin içinde kadın ve çocuğa yanaşması gibi tuhaflıkları da ilave edince, senaryonun inandırıclılığı pek dert etmediğini düşünüyorsunuz ister istemez.
Adamın aşktan gitar çalmaya ve tamirat işlerine, aşçılıktan her türlü ilişkinin (iyi bir eş, iyi bir baba ve iyi bir komşu amca olabilen ve hepsini de mükemmel yapan bir adam bu!) yönetimine uzanan beceri alanının bu denli geniş tutulmasını izah edebilecek tek şey onun hayalî bir kahraman olması olabilirdi ama tam aksine film onun somut varlığını her daim gözümüzün önünde tutuyor. İkinci yarısında iyice tutarlılığını yitiren hikâyeyi asıl olarak ayakta tutan Kate Winslet’in senaryonun kimi yapay öğelerine rağmen kesinlikle başarılı olarak tanımlayabileceğimiz performansı. Yetenekleri onunki kadar gelişmiş olmayan başka herhangi bir oyuncunun yapaylığının altında ezileceği karakterini canlı ve ilginç kılmayı başarıyor usta oyuncu. Rolfe Kent’in müziği ise hikâyeyi asla kendisini öne çıkarmadan destekliyor ve senaryonun yaratmakta yetersiz kaldığı tutku ve gerilim atmosferini elle tutulur kılıyor.
Bir aile kurmanın sembolü vazifesi görse de hayli uzun tutulmuş şeftalili tart yapma sahnesi başta olmak üzere zarif kamera hareketlerinin şıklık kattığı film pek çok kusuruna rağmen Reitman’ın hikâyesini anlatmayı başarabilmesi ile önemli; önemli çünkü zayıf bir senaryoyu popüler sinemanın kalıpları içinde de olsa seyredilir kılabilmek bir yetenek istiyor ve o da Reitman’da fazlası ile var şüphesiz.
(“Başka Türlü Bir Aşk”)