Labor Day – Jason Reitman (2013)

labor-day“Annemin kalbini kıranın babamı kaybetmesi olduğunu düşünmüyorum, aşkı kaybetmek kırdı onun kalbini”

Terk edilmiş ve depresyondan çıkamayan bir anne, ona bakmaya çalışan küçük oğlu ve hayatlarına giren bir cezaevi kaçağının hikayesi.

ABD’li yazar Joyce Maynard’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmi Jason Reitman yazmış ve yönetmiş. Kate Winslet, Josh Brolin ve genç oyuncu Gattlin Griffith’in başrolleri paylaştığı film temel olarak Winslet’in oyunu ile çekicilik yaratabilen, hikâyesinin vaatlerini tutamayan ve gerçeklik problemleri yaşamaya başladıkça yavaş yavaş dağılan bir çalışma olarak özetlenebilir. Görüntü çalışması (Eric Steelberg) ve özellikle müziği (Rolfe Kent) hikâyenin kimi sıkıntılarını kapatsa da yönetmen Jason Reitman adına başarı örneği olarak gösterilemeyecek olan film, sinemadan çok televizyona yakışan bir biçim ve içeriğe sahip. Yine de başta Winslet’in oyunu ve aşkın kendisine tutku ile bağlı bir kadının, aşksız kalmasının trajik sonuçlarını anlatan bu film kimileri için çekici görünebilir.

1987 yılında geçiyor hikâyemiz ve şimdi 30’lu yaşlarının başındaki bir adamın on üç yaşında iken annesi ile beraber yaşadığı bir macerayı anlatıyor bize. Zaman zaman anlatıcı rolünü üstlenen adamın dile getirdiği bir yandan da onun “büyüme hikâyesi” ve filmde epey bir ağırlığı var karakterinin. Ne var ki onun büyüme sancılarını hiç yeni bir şey söylemeden anlatıyor hikaye bize ve ilk öpücük ve genç kız arkadaş karakteri başta olmak üzere epey alışılmış duruyor seyrettiklerimiz. Anne karakteri, özellikle de Winslet’in varlığı ve senaryoya rağmen etkileyici olabilen oyunu ile çok daha fazla şey vaat ediyor ama burada da aksıyor film ve kadının “tutku”dan uzak hayatının onu nasıl bu denli etkileyebildiğini ve şimdi aniden hayatına giren bir cezaevi kaçağına nasıl bu denli kolay kapılıverdiğini sinema dilinden çok diyaloglara ve anlatıcının sözlerine dayanarak anlatmaya çalışıyor. “Erkeksiz” bu ailenin adam gelmeden önceki ve sonraki yaşamları arasında cehennem ile cennet arasındaki kadar ciddi bir fark var nerede ise ve senaryonun burada bu eksikliği bu derece korkunç olarak tanımlaması bir parça da rahatsız ediyor açıkçası. Çocuğun bir babaya, kadının bir erkeğe ihtiyacı anlaşılabilir bir durum elbette ama erkeğin eli değer (hem iki karaktere madden ve manen hem de tüm o “erkek” işleri üzerinden eve ve bahçeye vs.) ve her şey yoluna girer çok abartılı bir anlatım tercihi olmuş kesinlikle. İnandırıcılık açısından ciddi sıkıntı yaratan bu tercihe, filmin başka zorlama anlarını da eklemek gerekiyor. Polis tarafından her yerde aranan adamın birkaç gün boyunca evin arka bahçesinde de olsa giriştiği tamirat işleri, kadın ve çocuk ile oynadığı oyunlar (elbette beyzbol bu oyun, bir Amerikan filminde baba çocuğuna ne öğretebilir ki başka ve ailenin kutsallığını/babanın varlığını daha iyi hangi oyun kanıtlayabilir) vs.’ye henüz cezaevinden kaçmış adamın markette herkesin içinde kadın ve çocuğa yanaşması gibi tuhaflıkları da ilave edince, senaryonun inandırıclılığı pek dert etmediğini düşünüyorsunuz ister istemez.

Adamın aşktan gitar çalmaya ve tamirat işlerine, aşçılıktan her türlü ilişkinin (iyi bir eş, iyi bir baba ve iyi bir komşu amca olabilen ve hepsini de mükemmel yapan bir adam bu!) yönetimine uzanan beceri alanının bu denli geniş tutulmasını izah edebilecek tek şey onun hayalî bir kahraman olması olabilirdi ama tam aksine film onun somut varlığını her daim gözümüzün önünde tutuyor. İkinci yarısında iyice tutarlılığını yitiren hikâyeyi asıl olarak ayakta tutan Kate Winslet’in senaryonun kimi yapay öğelerine rağmen kesinlikle başarılı olarak tanımlayabileceğimiz performansı. Yetenekleri onunki kadar gelişmiş olmayan başka herhangi bir oyuncunun yapaylığının altında ezileceği karakterini canlı ve ilginç kılmayı başarıyor usta oyuncu. Rolfe Kent’in müziği ise hikâyeyi asla kendisini öne çıkarmadan destekliyor ve senaryonun yaratmakta yetersiz kaldığı tutku ve gerilim atmosferini elle tutulur kılıyor.

Bir aile kurmanın sembolü vazifesi görse de hayli uzun tutulmuş şeftalili tart yapma sahnesi başta olmak üzere zarif kamera hareketlerinin şıklık kattığı film pek çok kusuruna rağmen Reitman’ın hikâyesini anlatmayı başarabilmesi ile önemli; önemli çünkü zayıf bir senaryoyu popüler sinemanın kalıpları içinde de olsa seyredilir kılabilmek bir yetenek istiyor ve o da Reitman’da fazlası ile var şüphesiz.

(“Başka Türlü Bir Aşk”)

Thank You for Smoking – Jason Reitman (2005)

“Bugünlerde birisi bir filmde sigara içiyorsa, ya psikopattır ya da Avrupalı”

Büyük bir sigara üreticisi şirketin sözcülüğünü yapan ve lobi faaliyetlerini yürüten bir adamın bir yandan da oğluna rol modeli olma çabasının hikâyesi.

Jason Reitman’ın ilk uzun metrajlı filmi. Bu çalışması ile yakaladığı başarısını daha sonra “Juno” ve “Up in the Air” adlı filmlerle de sürdüren Reitman’ın bu filmi uzun bir süredir insanlığın nerede ise bir numaralı düşmanı ilan edilmiş olan sigarayı üreten bir şirket için çalışan bir adamı anlatan ve bu adamın sözcülük konumuna da gayet uygun bir şekilde bol konuşmalı ve diyaloglarından da sık sık güç alan ama görselliği de ihmal etmeyen bir çalışma.

Kendi ifadesi ile hayatını günde 1200 insanı öldüren bir kurumu savunarak kazananan ve Aaron Eckhart tarafından oldukça başarılı bir biçimde canlandırılan adamın yaptığı iş karşısında film herhangi bir taraf tutmayan bir tavır takınmış görünüyor. Üç çağdaş ölüm aracının (sigara, alkol ve silah) lobi faaliyetlerini yürüten üç kişinin sık sık buluşmasını gösteren ve tam bir satir havasını taşıyan sahneler bile seyirciye bu sahnelerin taşıdığı mizah duygusu, karakterlerin sinik ve umursamaz tavırlarının çarpıcılığı ve elbette diyalogları nedeni ile bir eleştiriden çok tarafsız bir sergilemenin, ama komik bi sergilemenin, izlerini taşıyor. Benzer şekilde adamın oğlu ile birlikte olduğu tüm sahneler veya sigaranın zararlarının tartışıldığı bir televizyon programını gösteren bölümde film derdinin asıl derdinin sigara olmadığını, odaklandığı konunun bireylerin yaptıkları seçimlerin etikliği veya bu seçimlerin savunulurlabiliği olduğunu vurguluyor sürekli. Tüm bunlar da başta sıkı bir giriş ile, ki bunda sigara paketlerini temel alan açılış jeneriğinin yaratıcısı Gareth Smith’in ciddi bir payı var, sonrasında ise zaman zaman sit-com’a kayan bir anlatım ve bunu biraz fazla süslemiş görünen şık bir ambalaj içinde getirilince karşımıza ortaya çıkan da eğlenceli, dinamik ama kalıcı bir gücün eksikliğini taşıyan bir film olmuş.

Hikâyenin odağındaki sektör, sigara tüketimini artırmak için ünlü oyuncuların ödenecek sponsorluk bedeline bağlı olarak sigara içeceği sinema filmlerine yatırım yapan, halka ilişkiler faaliyeti olarak gençleri sigaradan uzak tutma programları hazırlayan ama öte yandan bu programların gençleri sigaradan çok da soğutmamasına özen gösteren veya kahramanımızın oğlunun okulundaki sunumunda yaptığı gibi sigara içme kararının ebevenlerden bağımsız alınması gereken bir “özgürlük” seçimi olduğunu vurgulamaktan imtina etmeyen bir endüstri ve filmin bu bağlamda doğrudan sigara aleyhtarı olmak gibi bir kolaycılığa kaymamasını takdir etmek gerek. Evet film bu sıraladığım ve daha başka bir çok örneği getiriyor karşımıza sigara lobilerinin faaliyetleri olarak ama asıl derdi sigaranın kendisi değil yukarıda da belirttiğim gibi. Üç farklı sektörün lobicisi arasındaki “kim daha çok öldürüyor” tartışmasında olduğu gibi hikâye asıl olarak politik doğruculuktan etik seçimlerimize pek çok hassas noktayı “hayatını kazanmak için ne yapıyorsun” gibi basit ama önemli bir soru etrafında anlatmayı deniyor ve başarıyor.

Film bir yandan da yeterince güçlü değil ve bunun da birkaç nedeni var. Menejerlik şirketinin çalışanları üzerinden gösterilen yuppilik ve burada geçen sahneler kendi başına bakıldığında çok başarılı ve komik ama öte yandan belki kahramanımızın kendi yaptığı işi sorgulaması için eklenmiş olan bu bölümler filmin bütünü ile yeterince entegre olamamış görünüyor. Filmi ayakta tutan temel unsurlardan biri olan dinamikliğinin biraz düşer gibi olduğu kimi anlar da filmi zayıflatıyor şüphesiz.

Jason Reitman’ın bu esprili, şık ve kelimelerin gücünün söyleyenine de ne kadar bağlı olduğunu gösteren filmini görmekte yarar var. Eeckhart’ın filmin atmoferine çok yakışan oyunu ve hikâye boyunca duyduğumuz zeki diyaloglar bile yeterli bu kararı vermek için. Evet, ölüm tacirleri bize teşekkür ediyor!

(“Sigara İçtiğiniz İçin Teşekkürler”)