Chien de la Casse – Jean-Baptiste Durand (2023)

“Ben arkadaşın değil, kardeşinim. Birbirimizi yerden yere vurabiliriz ama ben daima kardeşin olacağım. Hayatına bir kız girse de…”

Çocukluklarından beri arkadaş olan iki genç adamın ilişkilerinin, içlerinden birinin bir kızla yakınlaşması üzerine bozulmasının hikâyesi.

Senaryosunu Nicolas Fleureau ve Emma Benestan’ın katkıları ile yazan Jean-Baptiste Durand’ın yönetmenliğini de yaptığı bir Fransız filmi. Kısa filmlerle başlayan yönetmenlik kariyerinin bu ilk uzun metrajlı filmi ile 7 dalda (Film, İlk Film, Orijinal Senaryo, Umut Veren Erkek Oyuncu, Yardımcı Erkek Oyuncu, Yardımcı Kadın Oyuncu, Orijinal Müzik) César’a aday gösterilerek parlak bir başarıya ulaşan Durand iki genç erkek arasındaki, güç bir sınavdan geçen dostluğu gerçekçi, alçak gönüllü, yalın ve samimi bir sinema dili ile anlatırken başrollerdeki üç genç oyuncusu da parlak performansları ile göz dolduruyorlar. Fransa’nın güneyindeki Le Pouget adındaki bir kasabada geçen küçük hikâyesine çok uygun bir sinema dili kullanan yönetmen pek çok insana, özellikle de erkeklere ilk gençlik günlerindeki benzer dostlukları hatırlatacak, sade ama kesinlikle çok başarılı bir çalışma.

Miralès (Raphaël Quenard) ve onun Dog diye çağırdığı Damien (Anthony Bajon) altıncı sınıftan beri hiç ayrılmayan iki genç adamdır. Aşçılık sertifikası olan ama çalışmayan Miralès babasını kaybetmiştir ve uzun süredir depresyonda olan annesi ile yaşamaktadır. Kişisel öyküsü hakkında filmin hiç bilgi vermediği Dog ile olan ilişkisinde baskın karakter olan odur. Damien sorulara cevap vermek dışında pek konuşmazken; Miralès konuşan, yönlendiren ve sık sık da arkadaşını alaycılığı ile ezen bir yapıdadır. Günleri ve akşamları kendileri gibi birkaç genç ile takılmakla geçerken, Miralès kasabanın torbacısı olarak “ot” da tedarik etmektedir onlara parası karşılığında. İki genç adamın ilişkisinin üçüncü parçası Miralès’in köpeğidir ta ki geçici olarak kasabaya gelen Elsa (Galatéa Bellugi) ile Dog arasında bir yakınlaşma başlayana kadar. Bu yakınlığın neden olduğu kıskançlık iki gencin dostluğunu sıkı bir sınava sokarken; iki arkadaştan birinin bağımsızlık arzusu, diğerinin ise iktidarını ve arkadaşını yitirmeye duyduğu öfke her ikisi için de kendilerini tanımanın önemli bir aracı olacaktır.

Özellikle Fransa ve İtalya’da bolca olan, bugün nüfusları azalmış ve taş evlerle dolu eski kasabalardan biri olan Le Pouget’de geçiyor hikâye. Kasabanın meydanında bir duvarın üzerinde oturup sohbet eden ve aralarında Miralès ve Dog’un da olduğu gençleri görüyoruz açılış sahnesinde. Bu ilk sahne iki gencin karakterlerini ve aralarındaki ilişkinin niteliğini çok iyi gösteriyor bize. Sık sık Montaigne’den alıntı yapan Miralès ne kadar konuşkan ve hatta ukalalığa varan bir tavra sahipse, Dog o kadar sessiz ve içine kapanık birisi. Senaryo onları, arkadaşları ve yaşadıkları kasabayı hiç telaş etmeden, aralarındaki diyalogları bir belgeselci tavrı ile ve süslemeden anlatıyor ve yaşadıkları yerin nüfus azlığının da sonucu olarak, öykünün karakterlerini adeta sadece kendilerinin yaşadığı bir dünyada yalıtılmış olarak gösteriyor. Jean-Baptiste Durand’ın bu seçimleri filme gerçekçi bir küçük hikâyenin tadını veriyor ve yapıtın önemli artılarından birini oluşturuyor.

Bir arkadaşlığın sınavdan geçmesini, çocukluk / ilk gençlik boyutunu bırakıp, yetişkinliğe taşınmasını ve bu bağlamda bir büyüme öyküsünü anlatması ilk bakışta en önemli yanı filmin ama tüm bunların, ilgili karakterlerin o arkadaşlığın doğasını ve dolayısı ile kendilerini anlamalarını sağlaması çok daha önemli görünüyor. Arkadaşının doğum günü için hediye ve yemek düzenleyecek kadar onu seven Miralès’in o yemekte Dog’a karşı -duyduğu kıskançlığın, şiddetini hayli artırdığı ama öncesinde de örneklerine (“Kültürsüzlükten, ilgisizlikten giderek aptallaşıyor”) tanık olduğumuz bir şekilde- aşağılayıcı tavrı (“Kabından mama yiyen köpek gibisin… domuzsun, tıkınıyorsun… yıllardır ağzına lokma koymamışsın gibi… herkesin iştahını kaçırıyorsun”) veya arkadaşının Elsa ile dans sırasında öpüşmesine bakarken yüzündeki tanımlamanın zor olduğu ifade bize şunu söylüyor: Miralès ile Dog arasındaki arkadaşlıkta ilkinin de en az ikinci kadar “zayıf” durumda olduğu. Onun “saf ve temiz bir aşk ve kadın”ı aramasını ve bunu bulana kadar “kadınlarla işinin olmayacağını” söylemesini de buna ekleyince, Miralès’in Dog’a karşı hissettiklerinin bir arkadaşlıktan ötesi olduğu düşünülebilir (ve dikkatli bir izleyici için bununla ilgili ipuçları var epeyce) ama tıpkı karakterin kendisi gibi senaryo da bunu hiç dile getirmemeyi seçiyor. Miralès’in, gerçek adı Damien olan arkadaşına “Dog” lakabı ile hitap etmesi ise bir tesadüf olmasa gerek; sonuçta genç adam çok sevdiği köpeği ile Damien’a aynı iktidar bakışı ile bakıyor. Bu ilginç karakterle ilgili son bir not olarak, tüm ukala ve alaycı görünümüne karşı onun iyi yüreğinin de öne çıktığını söylemekte yarar var. Komşu kadın için hazırladığı kurabiyeler, annesine gösterdiği özenli ilgi, hiç kazanamadığı kazı-kazan oyununu sürekli oynayan “saf” Bernard karakterine davranışı ve entelektüelliği onun tüm o aksi görünüşüne rağmen aslında farklı bir insan olduğunun göstergeleri.

Bir zor ânın, bunun sonucu olan bir yardım isteği ve sığınmanın, ve bir kaybın belirleyici olduğu öykü hayli alçak gönüllü ve senaryo özenli, sade ve gerçekçi diyalogları bolca kullanarak anlatıyor bu öyküyü. Hikâyenin tüm iddiasız görünümünden ortaya bu denli gerçek ve sıcak bir sonuç çıkmasında bu senaryonun, ilk filminde yalın mizanseni ve gereksiz oyunlardan uzak duran yönetmenlik çalışması ile Jean-Baptiste Durand’ın ve oyuncuların önemli payları var. Galatéa Bellugi, Miralès’e karşı durabilen tek kişi gibi görünen karakterini filmin ekonomik tercihlerine uygun bir doğallıkla canlandırırken, asıl yükü -doğal olarak- Anthony Bajon ve Raphaël Quenard taşıyorlar. Bajon suskun, Quenard konuşkan karakterlerini sadece bir oyuncu olarak değil, adeta fiziksel olarak da içselleştirmişler ve kusursuz performanslara ulaşmışlar.

Filmin müzikleri de üzerinde durulmaya değer bir çekiciliğe sahip: Bir yandan klasik müzik çalışmaları ve onların havasını taşıyan, Delphine Malausséna imzalı müzikler, diğer tarafta ise Hugo Rossi’nin Roya Killa ve G.R.E.G. tarafından seslendirilen hip-hop parçaları var. İlginç ve uyumsuz görünebilir başta bu seçimler ama klasik müzikler öykünün geçtiği kasabanın eski ve tarihî havasına çok yakışır ve filme zamansız bir hava katarken, günümüze ait olan müzikler karakterlerin günlük yaşamlarının ayrılmaz bir parçası olarak onları daha sahici kılıyor. Burada yönetmenin ilginç bir tercihi var; klasik müzikler modern olanlardan daha fazla bir şekilde, kullanıldıkları sahnelerin bir parçası olmuşlar, sadece soundtrack işlevi taşımanın ötesine geçerek.

İlk uzun metrajlı filminde, hâkim olduğu bir çevreyi ve insanlarını, onların küçük kasaba hayatları ve bir yenilik vaat etmeyen gelecekleri ile birlikte ve onlara duyduğu sevgiyi kesinlikle gizleme gereği duymadan anlatan Jean-Baptiste Durand’ın “mutlu son” sahnesinin gerekliliği tartışılabilir; belki film bir önceki sahne ile sona erseydi daha tutarlı olabilirdi sonuç ama eğer siz de Miralès ve Dog’u yönetmen kadar severseniz ki aksi pek mümkün görünmüyor, bu bir problem olmayacaktır kesinlikle. Eğlenceli anların da keyifli bir şekilde yerleştirildiği bu ilginç yapıt, aynı cinsten bireyler arasındaki arkadaşlık (bu ilişkinin bir “başka” boyutu olup olmadığından bağımsız olarak) üzerine çekilmiş kayda değer filmler arasına girmiş rahatlıkla.

(“Junkyard Dog”)