Memory Box – Joana Hadjithomas / Khalil Joreige (2021)

“Defterleri açma! Geçmiş, leş gibi kokuyor”

Annesi ve kızı ile Kanada’da yaşayan Lübnanlı bir kadının, memleketinden gelen bir koli üzerinden geçmişe yapmak zorunda kaldığı yolculuğun hikâyesi.

Her ikisi de Beyrut doğumlu ve Lübnanlı olan ve birlikte çalışan karı koca sinemacılar Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige’nin, Fadette Drouard’ın da katkı sağladığı senaryosunu yazdıkları ve yönetmenliğini üstlendikleri bir Fransa, Kanada, Lübnan ve Katar yapımı. Hikâyenin başında da belirtildiği üzere Hadjithomas’ın 1982 ile 1988 arasındaki yazışmalarından serbestçe uyarlanan film Lübnan’ı yerle bir eden 1980’lerdeki iç savaş sırasında bir genç kızın yaşadıklarını bugün ile geçmiş arasında seyahat eden bir hikâye ile anlatıyor. Aralarında 30 yıl olan iki farklı büyüme hikâyesini iç içe ve nesillerarası denebilecek bir şekilde anlatan film hafızayı (ve anıları) canlandıran farklı sinema dilinin de katkısı ile ilgiyi hak eden, önemli bir yapıt.

Her ikisi de 1969 doğumlu olan ve ilk gençliklerindeki yaşamları ülkelerindeki iç savaş nedeni ile paramparça olan iki sinemacı Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige. Bu şimdilik son filmlerinde Hadjithomas’ın kendi gençliğinde bir arkadaşına yazdıkları ve biriktirdikleri üzerinden ilgi çekici bir hikâye getiriyorlar karşımıza. Öykünün günümüzdeki sahneleri Kanada’da, geçmişi anlatan bölümleri ise Lübnan’da geçiyor ve her iki sinemacı için de oldukça kişisel boyutları var bu öykünün kuşkusuz. Eşinden ayrılmış olan Maia (Rim Turki’nin canlandırdığı karakterin gençliğini Manal Issa oynuyor) annesi Téta (Clémence Sabbagh) ve kızı Alex (Paloma Vauthier) ile birlikte Kanada’da yaşamaktadır. Lübnan’da yaşarlarken eşinin ölmesi üzerine annesi, Maia’yı da alarak Kanada’ya göç etmiştir savaştan uzak bir yaşam için. Bir Noel zamanı evlerine büyükçe bir koli gelir Lübnan’dan; Maia’nın genç kızlığındaki yakın arkadaşı Liza’ya gönderdiği mektuplar (daha doğrusu hatıra defterleri), fotoğraflar ve ses kasetleri ile dolu bu koliyi açmaya ne Maia ne de annesi heveslidir; çünkü “Geçmiş rahatsız edicidir ve kötü anılarla dolu”dur ama Alex kişisel merakını yenemeyecek ve genç kız adeta Pandora’nın kutusunu açarak geçmişin tüm yükü ile yüzleşmek bırakacaktır tüm aileyi.

Senaryo aralarında 25 yıl olan iki ayrı büyüme hikâyesi anlatıyor, geçmiştekine asıl ağırlığı vererek. Alex’in cep telefonu aracılığı ile yaptığı mesajlaşma annesinin zamanında posta üzerine kuruludur ve her ikisi de hissedilenleri paylaşmaya yarasa da; günümüzdeki ne kadar hızlı ve kısa ise, ikincisi o kadar yavaş ve detaylıdır. Belli bir yaşın üzerinde olanlar için, özellikle de 1980’lerde gençliklerini yaşamış kişiler için sıkı bir nostalji etkisi yaratacaktır geçmişteki haberleşme yöntemi ve bu yöntemle iletilen tüm objeler (ses kasetleri, hatıra defterleri, günlükler, fotoğraflar vs.). Senaryoda anne ile kızının yaşamlarında kurduğu ortaklığın bir başka örneği ise ikisinin de yaşamlarının aynı dönemlerini seyrediyor olmamız üzerinden yaratılmış; bu oldukça hoş ve çekici bir yan katıyor filme ve iki hikâyenin zaman zaman -kesinlikle kafa karıştırmayan- bir şekilde iç içe geçmesini sağlıyor. Alex’in annesi ve doğal olarak kendi geçmişi hakkındaki merakının annesinin ve anneannesinin unutmayı seçtikleri bir dönemle yüzleşmelerini sağlaması da iki farklı dönem arasında bir ortaklık kurulmasına olanak sağlıyor. Annenin kendi gençliğinde her gördüğü ve tanık olduğunun fotoğrafını çekme tutkusu kızına benzerini cep telefonu ile yapma olarak taşınmış görünüyor ve “nasıl” değişse de “ne”nin aslında aynı kaldığını gösteriyor bir bakıma.

Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige’nin filmleri hafıza ve hatıra üzerine bir araştırma ve deneme niteliği de taşıyor. Hafızanın nasıl oluştuğu, anıların doğası ve insanın bugününün ve geleceğinin geçmişi ile iç içeliği üzerine seyircisini sürekli olarak düşündürüyor hikâye. Bunu yaparken de çekici bir biçimselliğe de başvuruyor sık sık. Canlanan fotoğraflar (Norveçli grup a-ha’nın “Take On Me” şarkısının videoklibini hatırlatıyor), bir sahnede ateşlenen bir otomatik silahın görüntüyü adeta bir fotoğraf yandığında oluşacak şekilde yakması, motosikletleri ile giden bir çifti savaş görüntülerinin (bombalar vs.) takip etmesi gibi küçük oyunlar hikayeyi kesinlikle farklı bir düzeye taşıyor. Tüm bu oyunlar imajların doğası ve gücünü hatırlatıyor bize ve hikâyenin nostaljisini de artırıyor; ama kesinlikle cıvık bir nostalji değil burada karşılaştığımız. 1980’lerin popüler şarkılarını (Visage’tan “Fade to Gray”, Kim Wilde’dan “Cambodia”, bir sahnede görüntülerini de izlediğimiz “Phantom of the Paradise” filminden (Brian de Palma, 1974) Jessika Harper şarkısı “Old Souls”, Killing Joke’tan “Love Like Blood”, hikâyenin güçlü iki ayrı sahnesine fon oluşturan Blondie şarkısı “One Way or Another”, Kansas’ın “Dust in the Wind”, Sigue Sigue Sputnik’ten “Love Missile F1-11” ve The Stranglers’tan “Midnight Summer Dream”) karakterlerin yaşamlarının ve hikâyenin doğal bir parçası yapmayı başarmış film kesinlikle. Bu şarkılara Relax tişörtü (1980’lerin klasiklerinden biri olan Frankie Goes to Hollywood’un aynı isimli şarkısının yarattığı modanın ürünüydü bu tişört ve bir benzeri “Friends” adındaki sitcom’da Ross’un geçmişinde de çıkmıştı karşımıza) gibi objeleri de eklemek mümkün iki sinemacının geçmişi günümüze somut bir şekilde taşıyabilme becerilerinin örnekleri olarak. Hadjithomas ve Joreige’nin önceki filmlerinde (örneğin 2008 tarihli “Je Veux Voir”) olduğu gibi ülkelerini ve onun yaşadığı ve yaşamakta olduğu trajedilerini yine asıl meseleleri yaptığı çalışma savaşın ve silahların yıktığı hayatları, iç savaşın ek yakıcılığının sonucu olan kaçırılan fırsatları ve ıskalanan mutlulukları (sonlardaki “çok geç buluşma”da hüzünlenmemek mümkün değil) bu sıcak nostalji ile uyumlu bir denge kurarak anlatıyor.

Gerçek görüntülerden de yararlanan film “Geçmişte, saklayacak kadar kötü ne olmuş olabilir ki?” sorusunun cevabının peşine düşen Alex ve ailesi ile birlikte bizi geçmişte ve günümüzde gezdiriyor. Savaşın karşısına barış idealini koyanların hayal kırıklıklarını, Lübnan’ın rahatlıkla ezelî ve ebedî olduğunu söyleyebileceğimiz trajedisini (“Her şey berbat halde. Kiminle ya da neden savaştığımızı bilmiyoruz… Yozlaşmış zavallı liderlerimizin umurunda olan tek şey güç. İyi ile kötü arasındaki sınırı belirlemek zor… Arkadaşlarımız ölüyor, kayboluyor; diğerleri ise ülkeyi terk ediyor“) ve “kahramanlar”a olan ihtiyacı (bir ölümle ilgili gerçek, bu ihtiyacın aslında taraflar için ne kadar acınası bir durum olduğunu güçlü bir şekilde kanıtlıyor) anlatan filmi “çocuklarımız”a ithaf ederek de doğru bir tercihte bulunmuş yönetmenler. Yalın ve abartısız bir ağıt olan hüzünlü hikâyesine rağmen umut da veriyor seyircisine bu film. Hem kişisel hem toplumsal olmayı başaran hikâyesi ile hatırla(ma)mak/unutma(ma)k üzerine bizi düşündüren yapıt alçak gönüllülükle, Tina Baz’ın başarılı kurgusu ve kadın oyuncularının parlak takım performansları ile anlatılmış, ilgiyi hak eden ve Lübnan’a yazılmış bir aşk mektubu havası taşıyan bir yapıt özetlemek gerekirse. (Meraklısı için not: Kapanış jeneriklerine eşlik eden ve bir dua havası taşıyan şarkı Charbel Haber ve Fadi Tabbal’dan oluşan Lübnanlı grup The Bunny Tylers’ın seslendirdiği “Let There Be Light”.)

(“Dafater Maya” – “Hatıra Kutusu”)

Je Veux Voir – Joana Hadjithomas / Khalil Joreige (2008)

“Bir şey anlayıp anlamayacağımdan emin değilim ama görmek istiyorum”

Fransız oyuncu Catherine Deneuve’ün bir film çekimi için geldiği Lübnan’da ülke içinde yaptığı bir yolculuğun hikâyesi.

İki Lübnanlı yönetmen Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige’nin tüm filmografilerinde olduğu gibi yine birlikte yönettikleri kurgu ve belgesel karışımı bir film. Oyuncuların kendisini oynadığı hikâyede çekilmekte olan filmin tüm yaratıcıları, yönetmenler dahil, filmde rol almışlar ve Deneuve’ün ülke içinde ve özellikle de Güney Lübnan’da yaptığı bir günlük gezinin hikâyesini belgesele çok yakın bir dille perdeye aktarmışlar. Bilinen anlamda bir hikâyesi olmayan filmin türü bir yolculuk filminden arayış filmine uzanırken, savaş ve neden olduğu yıkımlardan bir “yabancının” görse de anlayamayacağı bir olguyu anlama çabasına uzanan bir teması var.

Sık sık doğaçlama havası doğuran diyaloglar, çekilmekte olan filmin yaratıcılarının doğrudan katılımı ile doğan gerçeklik havası ve Deneuve’ün oyunculuğunun da etkisi ile oluşan yabancılık hissi filmi oldukça farklı bir noktaya oturtuyor. Başta yıkılan binaların enkazını sahile boşaltan kamyonların görüntüsü ve Deneuve’e yolculuk boyunca eşlik eden Lübnanlı oyuncu Rabih Mroue’nin yıkılan köyünde ninesinin evini arayıp bulamaması olmak üzere kimi etkileyici sahneleri olan filmde yönetmenlerin arada görüntüye getirdikleri ve hikâyenin yaşandığı toprakların huzursuzluğunun tam zıttı duygular yaratan yeşil kır ve havada süzülen kuş görüntüleri hem filmin zaman zaman monotonlaşan havasını kırıyor hem de bu görüntülerin öncesi ve sonrasında perdeye gelen gerçek görüntüleri gerçeküstü konuma itiyor, üstelik tam tersi söz konusu olduğu halde.

Batılı sinema oyuncusunun görmek istediği ama anlayıp anlamayacağından da emin olamadığı Doğu görüntüleri filmin hedefinin de Batılı seyirci olduğunu gösteriyor. Emniyet kemerini bağlamak ile ilgili diyalogların da gösterdiği gibi savaşın sonuçlarını bu savaşın yaşandığı toprakların tarihini bilmeden görmeye ve anlamaya çalışan bir Batılının idrak edebileceğinden çok derin gerçekler yaşanan bir dünya burası. Filmin adı da bunu vurguluyor sanki. Bir Batılının “görmek” istediğini “yaşayan” bir Doğulu dünyanın içindeyiz burada. Ülkenin ve savaşın tarihine hemen hiç değinmeden sadece bir yolucluk boyunca altı özellikle çizilmeyen izlenimler aracılığı ile aktarılan resim büyük şeyler söylemiyor ve aslında özellikle de bir şey söylemiyor ama yine de filmden sonra seyircinin üzerinde düşünmeye devam etmesini sağlamak gibi bir etkiye sahip olmayı başarıyor. Bu etkiye rağmen filmin hedeflediği şey bir açıdan da filmin bir zayıf noktasını gösteriyor. Evet bir “yabancının” yolculuğu bu ama seyircinin özellikle Deneuve gibi güçlü bir kişiliğin etkisinden çıkması ve filmi bir yıldızın zor topraklarda yolculuğu olarak görmesi gibi bir risk de taşıyor film. Yine de özellikle bu yabancının Deneuve olması filmin ters yönde de bir artısını oluşturuyor. Dünyada yaşanan gerçeklere sanatçıların duyarsız kalmamasının gerekliliğinin altını çiziyor yönetmenler ve ille de bir ideolojiye angaje olmadan ama yapmayı veya yapmamayı tercih ettiğimiz her şeyin aslında politik tercihlerimizin sonucu olduğunu unutmadan sanatçının bir duruş sergilemesi gerektiğini ifade ediyorlar adeta.

Herkese göre bir film değil karşımızdaki. Bilinen anlamda bir hikâyesi, heyacanı veya teması yok gibi ama hikâye bizi tıpkı Deneuve gibi görmeye çağırıyor. Anlamasak da görmeye, düşünmeye ve sorgulamaya bir çağrı bu. Belki bu görme, düşünme ve sorgulama çabası anlamaya da giden yolu açar, kim bilir?

(“I Want to See”)