Saturday Night Fever – John Badham (1977)

“Tony, sadece doğru olduğunu düşündüğün şeyleri yaparak hayatta kalabilirsin, seni yapmaya zorladıkları şeyleri değil. Bunu yapmalarına izin verirsen, sonun sefaletten başka bir şey olmaz”

Yerel diskoda pistin kralı olarak tanınan ve dansı bir yerlere varabilmek için tek umudu olarak gören Brooklyn’li genç bir adamın hikâyesi.

Britanyalı yazar Nik Cohn’un 1976’da New York dergisinde yayımlanan ve yazarın daha sonra içeriğini tamamen kendisinin uydurduğunu itiraf ettiği makalesinden (“Tribal Rites of the New Saturday Night”) uyarlanan, senaryosunu Norman Wexler’in yazdığı ve yönetmenliğini John Badham’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Başroldeki John Travolta’yı yıldız yapan, bugün temel olarak onun dansları (ve ilk Oscar adaylığını getiren performansı), Bee Gees’in her biri pop klasiği olmuş şarkıları ve disko çılgınlığı günleri için çizdiği resimle hatırlanan bu film bir klasik, hatta belki de bir kült olmayı başarmış bir çalışma. Badham’ın özellikle dans sahnelerindeki başarılı yönetimi bir yana, sinema dili veya hikâyesinin içeriği açısından bakıldığında ortalama bir film aslında bu ama bugün artık bir klasik kabul edildiği ve disko dönemi neslinin sembollerinden olduğu için kesinlikle ilgiyi hak eden bir yapıt.

Altı yıl sonra, 1983’te başrolünde yine Travolta’nın yer aldığı, yönetmenliğini ise Sylvester Stallone’nin yer aldığı bir devam filmi de (“Stayin’ Alive”) çekilmiş ve gişede yine başarılı olmasına rağmen eleştirmenlerce beğenilmemişti bu çalışma. Travolta’nın oynadığı karakter Şilili yönetmen Pablo Larrain’e de ilham vermiş ve yönetmen 2008 tarihli filminde Manero’ya tutkulu bir hayranlığı olan bir adamın dramını anlatmıştı bu karakterin adını verdiği filminde. Quentin Tarantino ise 1994 tarihli “Pulp Fiction” (Ucuz Roman) adlı filminde Travolta’nın oynadığı karakteri “Saturday Night Fever”ı kaçınılmaz olarak çağrıştıracak bir şekilde dans pistinde çıkarmıştı karşımıza. Gerçekten de bu karakter bir dönemin simgesi olarak sadece sinema, müzik ve elbette dansseverlerin hayranlığını kazanmakla kalmamış, disko yılları gençliğinin kendilerini bulduğu bir figür olarak çıkmıştı ortaya. Filmin posterinde ye alan ve Travolta’nın ifadesine göre öylesine verdiği poz da sinemanın en çok hatırlanan görüntülerinden biri olsa gerek.

Açılıştaki kısa Brooklyn görüntüsünden sonra perdeden hızla geçen metro ile birlikte Bee Gees’in “Stay’in Alive” şarkısını duymaya başlıyoruz ve ardından İspanyol paçalı siyah pantolonu, siyah deri ceketi, kırmızı ayakkabıları ve geniş yakalı kırmızı gömleği ile Tony Manero’yu adeta dans edercesine yürürken görüyoruz. Badham’ın seçtiği kamera açıları ile seksi cazibesini sık sık vurguladığı Manero bir boyacı dükkanında satış elemanı olarak çalışan, on dokuz yaşına girmek üzere olan, devamlı olarak dört arkadaşı ile takılan ve tüm bir haftayı cumartesi gecesi dans edeceği diskoya gitmeyi bekleyerek geçiren genç bir adamdır. Para ödüllü br dans yarışmasına hazırlanan Manero pistin kralı olarak kabul edilmektedir ve kadınlar onunla dans edebilmek ve yatağa girebilmek için peşindedirler sürekli.

Film bize Manero’yu yaşamındaki diğer unsurlarla birlikte doyurucu bir şekilde tanıtıyor. Dans ve kadın meraklısı arkadaşları, İtalyan kökenli ailesi (ağabeyi rahip olmayı seçmiştir ve bu nedenle Manero’nun aksine, ailenin gurur kaynağıdır), 25 yıl inşaat işçisi olarak çalıştıktan sonra bir süredir işsiz olan babası, çalıştığı iş yeri, diskodaki tüm karakterler vs. aslında bu tür bir filmden beklenmeyecek şekilde ikna edici bir gerçekçiliği olan sahnelerle anlatılıyor. Filmin, hafif havası içinde belli bir etkileyiciliğe sahip olabilmesinde bu gerçekçiliğin önemli bir payı olsa gerek. Belki arada çeşitli klişelere başvurmaktan da geri durmuyor film (örneğin “İtalyan aile” sahneleri) ama yine de hedefine ulaşmayı başarıyor. Manero’yu tüm bu unsurlarla birlikteyken ve farklı mekânlarda cinsel cazibesinin ve yeteneğinin farkında birisi olarak gösteriyor yönetmen Badham ve kamera tercihleri ile de -zaman zaman dozu kaçırsa da- bunu sık vurgulayarak, bu cazibenin seyirciyi de etkisi altına almasını sağlıyor. “AIDS öncesi” döneme ait olduğunu hemen her karesinde gösteren film dönemin gençlerini -herhalde- oldukları gibi sergileyerek belli bir ilgiyi garantiliyor.

Üniversiteye gitmemiş, düşük bir ücretle çalışan ve geleceği için de dans yarışması dışında pek bir hedefi olmayan Manero’nun hikâyesi temel olarak “kendin olmak” üzerine; Manero’nun abisi rahipliğin kendisinin değil, ailenin hayali olduğunu söylüyor kardeşine örneğin ama bu temayı her zaman ve güçlü bir biçimde pek gündeminde tutamıyor film. Benzer şekilde genç kahramanımızın yeni dans partneri olan kadın ile birlikte hikâyeye giren sınıf farklılığı da, daha fazla işlenmesine rağmen pek de bir yerlere gidemiyor. Kadın da alt sınıftandır ama Manhattan’daki bir menajerlik şirketinde çalışmaktadır ve devamlı bahsettiği üzere sık sık ünlü insanlarla karşılaşmaktadır. Bu açıdan bir “Brooklyn Manhattan’a karşı” hikâyesi olduğunu da söyleyebileceğimiz film bu sınıf farklılığını sadece baş karakterini daha iyi anlatabilmek için ve seyirciyi onun tarafına çekecek şekilde kullanmakla yetiniyor ve bu açıdan bir sınıf hikâyesi olma fırsatını değerlendirmiyor. Benzer şekilde etnik farklılıklar ve çatışmalar da daha çok bir eğlencenin kaynağı olarak kullanılıyorlar ama en azından finalde kahramanımızın dürüstlüğünü gösteren bir sahnede bir toplumsal eleştirinin kaynağı oluyorlar. Oysa hikâyedeki gençlerden birinin evlilik dışı bir hamilelik yüzünden evlenmek zorunda olması nedeni ile değinilen kürtaj ve bunun dinle ilgisi hikâyenin hafifliği içinde oldukça iyi değerlendirilmiş ve toplumsal bir olguyu anlatmak için doğru bir şekilde yerleştirilmiş filme. Bu elbette bilinçli bir tercih çünkü Badham bir dans, dansçı ve disko hikâyesi anlatmayı seçmiş ve bu açıdan değerlendirildiğinde de ortaya hedefleri açısından başarılı bir sonuç çıkarmış.

Travolta’nın kariyerindeki en iyi performanslarından birini sunduğu filmdeki dansları da dört dörtlük. Sadece Bee Gees şarkıları değil, dönemin başka klasikleri (The Trammps’in “Disco Inferno”, Kool & the Gang’in “Open Sesame” şarkıları vb.) ile de yapılan danslar için Travolta oldukça ciddi bir çalışma içine girmiş ve 1993’te henüz elli yaşındayken hayatını kaybeden Lester Wilson’ın koreografisini yaptığı danslarda müthiş bir iş çıkarmış. Disko dönemi danslarının tüm vücut hareketlerini barındıran bu koreografi Travolta ile birlikte kendine özel bir havaya da bürünüyor ve dansın o yıllarda nefes almak gibi doğal ve zorunlu olduğunu kanıtlıyor hayatın içinden çekilip alınmış görünen dili ile. Dans sahnelerinin her biri dayanılmaz bir çekiciliğe sahip ve kuşkusuz filmin de en önemli kozu; çünkü bu danslar bir dönemi içerdiği tüm ögelerle birlikte anlatılırken, gençler için en az konuşmak kadar önemli bir iletişim aracı olduğu da gösteriliyor bize. Dans yarışmasında beyaz takım elbise ve siyah gömleği içinde, partneri ile birlikte “More Than A Woman” eşliğinde dans eden Travolta’nın artık bir ikon olmuş görüntüsünün görmek için tek başına yeterli bir neden teşkil ettiği filmdeki Bee Gees şarkıları da mükemmel elbette. Başta devam filmine adını veren “Stayin’ Alive” olmak üzere bu şarkılar grubun neden pop tarihinin en önemli gruplarından biri olduğunu açıklayacak güçteler ve filme önemli bir işitsel zenginlik katıyorlar.

Amerikalı eleştirmen Paul Kael New Yorker’daki yazısında “yeni tür bir müzikal” olarak nitelemiş filmi ve şöyle yazmış: “Hiç eksilmeyen disko temposu seyircinin karakterlerle duygudaş bir ritm içinde kalmasını sağlıyor”. Gerçekten çok doğru bir saptama ve benzetme bu; diskonun o insanı içine alan ve Bee Gees’in filmde de yer alan şarkısına (“You Should Be Dancing”) uygun olarak dans etmeye zorlayan havasına uygun bir dili ve hikâyesi var filmin ve bugün sinema tarihinde disko döneminin sembol sinema yapıtlarından biri olmasını sağlayan da bu. Travolta’nın kız kardeşinin ve annesinin de çok kısa rollerde (ilki başlardaki pizzacı kız olarak, ikincisi ise yine başlarda dükkandaki yaşlı müşteri olarak) yer aldığı filmin müzik albümü bugüne kadar resmî rakamlara göre 21 milyonun üzerinde satmış (gerçek rakamın 40 milyonun üzerinde olduğu kabul ediliyor) ve Michael Jackson’ın albümü tarafından geçilene kadar tüm zamanların en çok satan albümü olmuştu. Bu şarkıların eşik ettiği ve kız arkadaşının deyimi ile geleceği pek de parlak görünmeyen (“Ailenle yaşıyorsun, erkek arkadaşlarınla takılıyorsun ve bütün enerjini cumartesi geceleri diskoda boşaltıyorsun. Tam bir klişesin. Hiçbir yerde değilsin ve hiçbir yere de gitmiyorsun”) genç adamı anlatan film finalde onun daha aklı başında bir hayatı seçeceğini ima ederek bir bakıma “ihanet ediyor” o döneme ve hatta Tony için çok daha doğru bir karakter olan Annette yerine ona Stephanie’yi seçtirerek bu ihaneti de destekliyor.

Tony’nin abisi ile ilgili olan yan hikâyenin açıkça vasat bir şekilde işlendiği filmin kendisini ciddiye almamak gibi olumlu bir yanı da var. Sadece danslara ağırlık vermesi, kimi esprili anları veya Rick Dees’in “Disco Duck” gibi bir komedi-disko şarkısına yer vermesi ile değil, ciddiyetle ele alınacak meselelerden uzak durması ile de bilinçli yapılmış bir tercih bu. Tony’nin finaldeki kararının gerçekçilikten uzak olmasının da (aynı karakterin devam filmindeki tercihini de hatırlamak gerekiyor burada) desteklediği bu durum, film asıl önemli meseleleri de ele alsaydı ortaya çıkabilecek sonuç için de üzülmenize neden olabilir ama yine de bu sıkıntı, Travolta ile birlikte dans etmeye ve Bee Gees’e bağıra çağıra eşlik ederek şarkı söylemeye engel olmamalı ki bunun için de özel bir çaba harcamak gerekmiyor; açılışta “Stayin’ Alive” başladığı andan itibaren zaten film sizi etkisi altına alacaktır nasılsa.

(“Cumartesi Gecesi Ateşi”)

WarGames – John Badham (1983)

“O savaş salonundakiler bir nükleer savaşın kazananı olacağını sanıyorlar; kabul edilebilir kayıplarla atlatılabileceğine inanıyorlar savaşın”

Zeki bir gencin güvenlik duvarını aşıp hacklediği bir sistemde oynadığı savaş oyununun ABD ile Sovyetler Birliği arasında bir nükleer savaşı tetiklemesinin hikâyesi.

Sinemaya televizyondan geçen ve 1970’lerin ikinci yarısı ve 80 ve 90’lı yıllarda yaptığı sinema filmlerinden sonra tekrar televizyona dönen John Badham’dan savaş tehlikesi üzerine bir gerilim filmi. Reagan dönemi yeni sağ muhafazakarlığın iyice ön plana çıktığı ve Hollywood’un bu anlayışı hem beslediği hem de ondan beslendiği bir dönemde militarizm karşıtı hikâyesi ile önemli olan film, buna karşılık sinema sanatı açısından ortalama bir dili olan ve kendisini seyrettirmekle birlikte kalıcı bir etkisi de olmayan bir çalışma.

Dönem “An Officer and A Gentleman – Subay ve Centilmen”, “Red Dawn – Kızıl Şafak” veya “First Blood – Rambo” gibi ordu, askerler ve güce övgüler ile dolu ve bu gücün ya romantizm ile süslenip paketlendiği veya insansı özellikleri olmayan komünistler veya Vietnamlılar gibi düşmanlara karşı adına methiyeler düzenlendiği bir dönem. İşte böyle bir zamanda Badham’ın orijinal bir senaryodan yola çıkarak çektiği filmin üç temel alanda söyleyecekleri var; militarizm, o dönemde yeni yeni telaffuz edilmeye başlanan “firewall”, “hack” gibi kelimeler aracılığı ile gündeme gelen bilgisayar sistemlerinin güvenliği ve bu sistemlerin nereye kadar insanın yerine geçebileceği ve karar alma mekanizmaları dahil insanın dışlanması. Film kendi alçak gönüllü hikâyesi içinde bu üç konuyu da akıllıca dile getiriyor. Ne var ki sinemasal olarak heyecanı az bir dil ile yapıyor bunu ve sık sık romantizm soslu (neyse ki dozu abartılmamış) bir gençlik ve macera filmi vasatlığında dolaşıyor.

Anlaşılan 1983 yılında bilgisayar sistemlerinin güvenilirliği yerlerde sürünüyormuş bugüne göre. Her sistemin bir arka kapısı vardır düşüncesinden yola çıkan hikâyede inzivaya çekilmiş ve savaş oyunlarının simülasyonunu veya gerçekten oynanmasını yöneten bilgisayar sistemini tasarlayan profesörün (ki elbette bu inzivaya çekilmiş “deli” tiplemesi çok ama çok klişe) bu arka kapının şifresi olarak kaybettiği oğlunun adını kullanması filmin hikâyedeki dramın altını çizmek için yaptığı bir tercih ama sıradan insanların şifre belirlemekteki bu yaygın yanlışlığını koskoca bir profesörün de tekrarlaması pek mantıklı değil elbette. Bunun dışında Matthew Broderick’in neden olduğu olaylar ve bu olaylar sırasında zaman zaman James Bond’u hatırlatan aksiyonlara girişmesi de filmin fantezi boyutunda bir parça ileri gidilmiş durumları gösteriyor. Burada asıl önemli olan ise kuşkusuz ki bilgisayarların insanların yerini hangi noktaya kadar alacağı/alması gerektiği konusunun tartışılmaya açılması. Filmin başında bir subayın gerçek mi yoksa oyun mu olduğunu bilemediği ama aslında bir tatbikat olan alarm sırasında nükleer füzeleri fırlatacak düğmeye bas(a)maması bu tartışmayı başlatan olay oluyor ve bu durum hikâyenin altını akıllıca çizdiği üzere askerlerden daha da militarist olan şahin bürokratların sistemin kontrolünün tamamen bilgisayarlara bırakılması için baskı yapmalarını kolaylaştırıyor. Askerlerin sivillerden daha sivil göründüğü bu hikâyenin bir nükleer savaşın kazananı olamayacağı veya bir nükleer savaş oyununda kazandıracak tek hamlenin oyunu hiç oynamamak olduğu yolunda belki en azından bugün için yeni olmayan ama önemli söylemleri var.

Biri hırpani kılıklı ve şişman, diğeri gözlüklü ve zayıf bilgisayar dahisi iki “inek” karaktere yer vermesi ile klişeliğe saplanması veya başarılı bir performansı olan Broderick’e eşlik eden Ally Sheedy’nin canlandırdığı kız arkadaş karakterinin oldukça zayıf çizilmesi senaryosundaki kusurlarının bazı örnekleri olarak gösterilebilecek olan film, asıl olarak silahlanmanın hızlandığı, filmdeki savaş odasında bir portresi de yer alan Reagan’ın militarist söylemlerinin gündemde olduğu ve Hollywood’un tüm bunları desteklediği bir dönemde, genel eğilimin dışında kalıp anti-militarist bir söylemi benimsemiş olması. Yeterince güçlü olmayan sinema dili, alaycılık ile gerçekçilik arasında kalmış ama her ikisini de yeterince becerememiş görünen hikâyesi ve Badham’dan kaynaklanan bir televizyon filmi havası ise filmin başarısına engel olmuş görünüyor özetle.

(“Savaş Oyunları”)