Trading Places – John Landis (1983)

“Bu adam elverişsiz bir çevrenin eseri. Özünde hiçbir kusur yok, bunu ispatlayabilirim. / Tabi ki kusuru var, adam zenci! Daha emekleme çağında hırsızlığa başlamıştır”

Finans ve emtia piyasalarında aracılık hizmeti veren büyük bir şirketin sahibi olan iki zengin ve yaşlı kardeşin, insanların geleceğini belirlemede genetiğin mi yoksa çevrenin mi önemli olduğu konusunda girdikleri iddia üzerine, şirketlerindeki beyaz bir müdürle sokaktaki siyah bir üçkağıtçının yerlerini değiştirmesinin hikâyesi.

Timothy Harris ve Herschel Weingrod’un senaryosundan John Landis’in çektiği bir ABD yapımı. 1980’lerin bugün en çok hatırlanan komedilerinden biri olan ve Amerikalıların en sevdikleri “Noel zamanı filmleri” arasında yer alan çalışma özellikle ilk yarısında epey güldüren ve eğlendiren, finale doğru hızını kaybederken zaman zaman da kabalaşan bir çalışma. Finans dünyası gibi kapitalizmin kalesi diyebileceğimiz bir sektörü odağına alan film buradan bir eleştiriye gidecek gibi görünürken, tam tersi bir yolda ilerleyen; bugün bazı diyalog ve sahneleri kesinlikle cinsiyetçi ve ırkçı olarak görülecek bir hikâyesi olan, tipik Hollywood ustalığı ile kotarılmış, başrollerindeki Eddie Murphy ve Dan Aykroyd’un performanslarının özel bir keyif kattığı bir sinema eseri. Jamie Lee Curtis’in kullanım şeklinin filmi yaratanların ticarî bakışının tek başına iyi bir kanıtı olduğu çalışma, komediden hoşlananların kesinlikle ilgisini çekecektir.

Elmer Bernstein’ın Mozart’ın “Figaro’nun Düğünü” adlı komik operasından çeşitli bölümlerin yeni düzenlemeleri ile hazırladığı müziklerden biri olan bu operanın uvertürü ile açılıyor film. Landis’in Mozart’ın bu eserini seçme nedenlerinden biri, operanın hizmet ettiği zengin kontun kötülük ettiği bir uşağı anlatması olmuş ve Bernstein başka klasik eserlerle birlikte bu melodileri “yeniden yaratarak” hikâyeye önemli bir katkı sağlamış. Mozart’ın eseri bir komik opera ve orada kötü olan dersini alır ama aynı zamanda affedilir; Landis’in filminde de kötü iki adam derslerini alıyorlar ama operanın aksine kendilerini toparlayabilecekleri konusunda bir ipucu vermiyor hikâye. Ne var ki daha fazla kazanmak ve hiçbir şey üretmeden sadece beklentileri satmak veya almak gibi rahatça kumar sınıfına sokulabilecek bir faaliyet alanı olan sektörün kendisinie yönelik bir eleştiri yok filmde. Hatta, hikâyenin başında zengin bir züppe olan Louis Winthorpe (Dan Aykroyd) karakterinin finalde aldığı intikamdan sonra kendisinin daha önce neye hizmet ettiğini sorgulayabileceğini dahi ima etmeye yanaşmıyor hikâye. Sonuç da, düzenin içindeki kötülerin dersini alması ama düzenin -“ufak tefek” kusurları olsa da- devam edip gitmesi oluyor. Oysa hikâye bu konuda tam tersini anlatacağını ima eden bir içerikle başlıyor.

Şehrin çalışan yoksul kesiminden ve zengin bölgelerinden görüntülerle açılıyor film. Zengin evleri ile sokakta yaşayan evsizler ardı ardına karşımıza gelirken, şehirdeki süslerden Noel zamanında olduğumuzu anlıyoruz. Film bize önce Louis Winthorpe’u tanıtıyor. Uşağının yatağına getirdiği kahvaltı ile güne başlayan ve onun tarafından günlük tıraşı yapılan, Harvard mezunu, aracılık hizmeti veren büyük bir şirketin üst düzey yöneticilerinden biridir Winthorpe. Başarılı, hırslı ve kibirlidir ve şirketinin patronlarının akrabası olan bir kadınla nişanlıdır. Arkasından önce bu iki patronu (Ralph Bellamy ve Don Ameche) tanıtıyor hikâye ve ardından da sokağa çıkıyoruz. Billy Ray Valentine (Eddie Murphy) çıkıyor daha sonra karşımıza; Vietnam gazisi, savaşta mayına basarak sakatlanmış ve gözlerini kaybetmiş bir adam rolü yaparak, gelen geçenden para isteyen üçkağıtçı bir siyah adamdır Valentine. Hikâye temel olarak iki zengin, kibirli, üçkağıtçı ve cimri yaşlı adamın Winthorpe ve Valentine’ın yerlerini değiştirerek, genlerin mi yoksa yetişme koşullarının mı belirleyici olduğu konusunda iddiaya girmeleri ve bunun için de bu iki adamın hayatları üzerinden bir oyun oynamalarını anlatıyor.

Senaryo noel ikramiyesi ile ilgili sahnede olduğu gibi şirkette çalışanların da tepedekiler tarafından sömürüldüğünü söylüyor ve iyi yazılmış diyaloglar üzerinden bir mizah yakalıyor (“Çalışanlarımıza ne çok maaş veriyoruz!” / “Evet, maalesef asgarî ücretin altına inemiyoruz”). Ne var ki bu sözünü asla daha ileri taşımıyor ve kötülüğü iki yaşlı adamla sınırlıyor. Tipik bir Hollywood filmi olarak ne kendisi sorguluyor film ne karakterlerine yaptırıyor bunu ne de seyirciyi bu yönde teşvik ediyor. Elbette “dozunu kaçırmamaya özen gösteren” bir eleştirisi var senaryonun: Örneğin zengin yaşamlar ile yoksul yaşamlar arasındaki derin farkın başta karşımıza çıkan görüntüleri, Winthorpe ile Valentine’ın ilk kez karşılaştıkları sahnede ikincisinin siyah ve yoksul olması ile ilgili önyargıların devreye girmesi ve elit beyaz sınıfın tahammül ötesi kibrini net bir şekilde sergiliyor film. Alt sınıftan olan karakterler de üst sınıflara göre daha dürüst olarak çizilmişler. Ne var ki örneğin finali ile bu eleştirinin üzeri tamamen örtülüyor ve bir sınıf atlama finali ile film, adeta “siz de o elitler arasına katılabilirsiniz” diyor seyirciye ve düzenin parçası olmaya davet ediyor.

Küçük suçları anında cezalandıran, büyük suçluları teşvik eden bir sistemi eleştirel bir tavır takınmadan mizah konusu yapan filmde sonlardaki borsa sahnesi kapitalizmin hırs ve yağmasının, beyaz elit erkeklerin kulübü ise sistemdeki sınıf farkının somut bir karşılığı olarak görülebilir. Daha önce sistemin arkasında durduğu sınıfa ait olduğu için hiç farkına varmadığı adaletsizliğin göbeğine düşen karakterin en ufak bir “aydınlanma” yaşamaması ciddi bir sorun film açısından. Buna karşılık, birdenbire sahip olunan zenginliğin beraberinde getirdiği mülkiyet duygusunun eleştirisini hayli keyifli bir şekilde yapıyor film. Paranın egemenliğini eleştirmek yerine, paranın egemenliği ile mutlu sonu işaret eden senaryo bir komedi sınırları içinde bile bazı inandırıcılık sorunlarına da sahip; örneğin Valentine’ın finansal zekâsı, uşağın taraf değiştirmesi ya da “iyi yürekli fahişe” klişesi senaryonun hikâyeyi akıtırken kolay çözümlere gittiğini gösteriyor. Filmin Jamie Lee Curtis’in göğüslerini her fırsatta göstermeyi amaçlayan ucuz yaklaşımı da hayli rahatsız edici hikâyede.

İçeriği ile tipik Hollywood alışkanlıklarını tekrarlasa da filmin özellikle ilk bölümlerde hayli eğlendirdiği açık ve bu eğlencede oyuncularının çok önemli bir payı var. Eddie Murphy sinema kariyerindeki bu ikinci filmi ile Amerikan sinemasının yıldızlarından biri konumuna hak ettiği bir şekilde yerleşirken karakterinin hikâye boyunca yaşadığı değişimleri inandırıcı ve komik kılmayı başarıyor. Dan Aykroyd da ondan altta kalmıyor ve özellikle zenginlerin kibirli hayatlarının tam bir sembolü olduğu sahnelerde seyirciyi kendisinden nefret ettirecek (ve aynı zamanda kıskandıracak) kadar iyi bir performanns sergiliyor. Ralph Bellamy, Don Ameche, uşak rolündeki Denhom Elliott ve senaryo ve yönetmen kendisine hiç âdil davranmasa da Jamie Lee Curtis’in de işlerini iyi yaptığı film eğlenmek için rahatlıkla seçilebilecek, su gibi akıp giden ve sonlara doğru zaman zaman aksasa da işini iyi yapan bir Hollywood yapımı.

(“Zengin ve Sefil”)

Twilight Zone: The Movie – Joe Dante/John Landis/George Miller/Steven Spielberg (1983)

“Alaca karanlık kuşağına girmiş bulunmaktasınız”

Aynı isimli televizyon dizisinin dört klasik bölümünün dört ünlü yönetmen tarafından sinema için yeniden çekilmesi ile oluşturulan bir korku/gerilim filmi.

1959 ile 1964 arasında yayınlanan dizi Birleşik Devletler televizyon tarihinin en popüler dizilerinden biri olmuştu. Rod Serling’in yaratıcı yönetmenliğini üstlendiği dizinin bitiminden on dokuz yıl sonra çekilen bu sinema filmi klasikleşen dört bölümü Steven Spielberg, John Landis, Joe Dante ve George Miller yönetiminde tekrar karşımıza getiriyor.

Birbirinden bağımsız dört bölümün ilki ırkçı yaklaşımları olan öfkeli bir adamın başına gelenleri, ikincisi bir huzurevinin çocukluklarına dönmek isteyen sakinlerini, üçüncüsü yalnız seyahat eden bir kadının karşılaştığı ve gizemli güçlere sahip olan bir çocukla ilişkisini, dördüncüsü ise uçmaktan korkan bir adamın bir uçak yolculuğu sırasında başına gelen korkunç olayı anlatıyor. Bu dört bölüm içinde John Landis tarafından çekilen birinci bölüm ve George Miller’ın çektiği dördüncü bölüm diğer ikisinden bir adım öne çıkmayı başarıyor. Landis’in bölümü biraz da ahlâkçı bir tavır içeren hikâyesinde baş oyuncusu Vic Morrow’un desteği ile hikâyesini ilgi çekici hale getirmeyi başarıyor ama bu bölümün öne çıkabilmesinin asıl nedeni diğer iki bölünün oldukça zayıf olması. Diğer başarılı bölüm de ilginç bir şekilde yine oyuncusunun başarısı ile dikkat çekiyor ve John Lithgow hikâyenin seyredeni etkilemesini sağlıyor. Spielberg imzalı ikinci bölüm tam da yönetmenine yakışır bir naiflikte ve “öğreten” tavrı ile oldukça vasat sularda geziniyor. Joe Dante imzalı üçüncü bölümün ise ilginç görünen konusuna rağmen zaman zaman sıkıcılığa bile kaydığı söylenebilir.

Jerry Goldsmith imzalı müziği ve özellikle ikinci ve dördüncü bölümlerdeki efektleri ile dikkat çeken film sonuçta şu sorunun sorulmasına engel olamıyor. Sinema için çekilmiş olmasına rağmen çoğunlukla televizyon filmi havasından kurtulamayan bu orta metraj dört film neden çekildi? Sonuçta ne diziye görkemli bir saygı duruşunda bulunabiliyor bu filmler ne de kendi başlarında özgün bir yaratıcılığa sahipler. Kendi alçak gönüllü tarzları ile çok daha etkileyici ve samimi olmayı başaran orijinal televizyon dizisini seyretmek daha akıllı bir tercih olur.

(“Alaca Karanlık Kuşağı”)