Becoming Jane – Julian Jarrold (2007)

Becoming Jane“Aşkımız aileni mahvedecekse, kendini de yok eder. Uzun sürede, yavaş yavaş, vicdan azabı ve pişmanlıkla”

Jane Austen’ın bir yazar olarak ün kazanmadan önce, İrlandalı bir erkekle yaşadığı aşkın hikâyesi.

İngiliz edebiyatına klasikler armağan etmiş, kadınların yazar olmasının en hafif deyimi ile tuhaf karşılandığı bir dönemde yeteneğini ve zekâsını toplumun beklentisinin aksine gizleme gereği duymadan ürettikleri ile haklı bir üne kavuşmuş İngiliz yazar Jane Austen’ın yazarlık günlerinin başlangıcına odaklanan bir film. İngiliz yönetmen Julian Jarrold’ın İngiltere ve İrlanda ortak yapımı olarak çektiği filmin senaryosu Kevin Hood ve Sarah Williams tarafından yazarın mektuplarına da dayanılarak oluşturulmuş. Sinemanın sıkça yaptığı gibi kimi gerçeklerin “sinemasal cazibe uğruna” tahrif edildiği film, öncelikle Jarrold’ın zarif anlatımı ve bu anlatım sayesinde kostümlü dönem filmlerinin havasından rahatça sıyrılabilmesi ile dikkat çekiyor. Eigil Bryld’in başarılı görüntüleri ve Adrian Johnston’ın hikâyenin dönemine uygun müzik çalışması ile de renklenen filmin en önemli başarısı yazarın hayatını -yaptığı kimi önemli değişiklik ve eklemelerle- bir Austen romanı tadında anlatmaya soyunması ve bunun altından da genel olarak kalkabilmiş olması. Bunun yanında, filmin önemli temalarının (kadın hakları başta olmak üzere) filmin hafifliğinin zaman zaman altında kaldığını da söylemek gerekiyor. Bir başka deyişle, filmin “aydınlığı” anlatmaya soyunduğu karanlığı çoğunlukla da gereksiz yere yok ediyor zaman zaman.

Sevimli açılış sahnesinden başlayarak etrafındakilerin huzurunu kaçıran bir karakterle karşı karşıya kalacağımızı söyleyen film, İngiliz edebiyatının bu ünlü isminin kadınların “Önce evlat ve kardeş, sonra eş ve anne” olmalarının beklendiği bir dönemde ve “Bu kıza bir koca lâzım” cümlesinin sıklıkla kurulduğu bir toplumda, tüm bu rollerin dışında hareket etmeye çalışan, paranın ve kocanın değil, kendisini en iyi ifade etme aracı olarak gördüğü edebiyatın ve aşkın peşine düşen bir karakteri anlatıyor bize. Her ne kadar gerçeklerle epey bir oynasa da sonuçta klasik sinemanın sınırları içinde hareket eden film, kahramanının gerçek hayatta hiç evlenmediğini ve aşkı bulamadığını bilenler için, sürprizli bir son içermiyor doğal olarak. Filmin yaratıcıları bu sürprizi, hikâyede anlatılanın aksine bir tanışıklıktan öteye geçmemiş gibi görünen bir “ilişki”yi tam da Austen romanlarına yakışan tarzda bir aşka dönüştürerek üretmeyi denemişler ve açıkçası bunu yeterince başarmış da görünüyorlar. Paranın ve geleneklerin tüm bireylerin hayatını –herkesçe doğal kabul edilen bir şekilde- etkilediği bir toplumda “vuslatsız bir aşk”ı anlatıyor film ve gerçekle ilgisi olmadığını bilseniz de sizi bir şekilde etkilemeyi başarıyor bununla. Bu aşkın iki kahramanını canlandıran Anne Hathaway ve James McAvoy’un doğal ve karakterlerine yakışan oyunculukları da bu aşk hikâyesine bir cazibe katıyor ve öyle olmayacağını bilseniz de bu aşkın mutlu bir sona kavuşmasını dilemenizi sağlıyor. Bu da bir Austen romanı havasında anlatılan bir film için doğru bir tercih kuşkusuz.

Yönetmen Jarrold’ın karakterlerinin ironik yanlarını başarı ile işlediği film kimi sahnelerinde de kalıcı bir başarıya sahip. Örneğin iki aşığın aşklarının henüz başında Henry Fielding’in “The History of Tom Jones, a Foundling” romanı üzerinden çekişme içeren flörtleri, Hathaway’in yüzünde aşkın yarattığı duru ve aydınlık güzellik veya ormandaki sahnelerde elde edilen zarafet gibi öğeler filme epey çekicilik katıyor. Jarrold’ın kimi küçük oyunları da filme eğlenceli kılmaya yaramış: İki ana karakterin ilk kez yalnız kalmalarından hemen önce, kadını ormanda doğal ortamında yürümenin verdiği rahatlık, erkeği ise taşra hayatına uyumsuz bir şehirlinin rahatsızlığı içinde göstermesi örneğin, hoş bir oyun kesinlikle. Filmin finalinde artık ünlü ama yalnız bir yazar olan Austen’ı Mozart’ın Figaro’nun Düğünü Operası’ndan “Deh Vieni, Non Tardar” aryasını dinlerken göstermesi ve tam da bu aryaya uygun bir şekilde hep özlenen sevgili ile karşılaştırması da filmin inceliklerinden biri.

Julie Walters’dan Maggie Smith ve ölümünden hemen önce oynadığı bu son filmde Ian Richardson’a yan karakterler de başarılı oyunculuklarla geliyor karşımıza ve özellikle hayli kısıtlı bir roldeki (Mr. Wisley) Laurence Fox başta olmak üzere diğer oyuncular da bu usta isimlere keyif verici bir şekilde eşlik ediyorlar. Austen’ı canlandıran Hathaway’in rolü için bir parça fazla zarif ve güzel durmasının örneği olduğu bir kusuru da var filmin. Oyuncunun performansından bağımsız olarak, “romantik komedi karakteri” aydınlığında çizilen Austen’ın o büyük edebiyatçı olacağına inanmak bir parça zor ve filmin kimi karanlık yanlarının da önüne geçiyor açıkçası onun bu aydınlık havası. Austen’ın ebeveynlerinin “üstü örtülü” yatak sahnesinin veya filmin posterinde Hathaway’in bize doğru bakarken gösterilmesinin de örneği olduğu kimi başka tercihler de bu problemin göstergelerinden. Yine de bu kusuruna rağmen, Austen’ı Austen romanı gibi anlatan filmi görmekte ve zarafet ve inceliğine tanık olmakta yarar var.

(“Aşkın Kitabı”)

Brideshead Revisited – Julian Jarrold (2008)

“Keşke her zaman böyle olsa. Hep yaz olsa. Her zaman seninle yalnız olsak”

Oxford Üniversitesinde tarih okumaya başlayan bir gencin bir arkadaşı aracılığı ile aralarına karıştığı aristokrat bir ailenin bireyleri ile ilişkilerinin hikâyesi.

Evelyn Waugh tarafından yazılan ve İngiliz edebiyatının en ünlü ve başarılı eserlerinden biri olarak görülen bir romandan uyarlanan film İkinci Dünya Savaşı öncesinde geçen hikâyesi ile din, aşk, aristokrasi ve özellikle katolik inancındaki suç ve günah kavramları üzerinde duruyor. Hikâyeyi şekillendiren bu suç ve günah kavramları elbette romanın (daha doğrusu edebiyatın) atmosferinden sinemanın görsel dünyasına taşınınca etkisini bir parça kaybediyor ama film yine de çeşitli eksikliklerine rağmen kendi dünyasını kurmayı başarıyor.

Yoğun bir katolik inancına sahip olan ve bu nedenle kocasının aileden uzaklaşmasına neden olmuş olan annenin çocukları üzerinde neden olduğu travma, aileye dışarıdan karışan ve kendi sözleri ile “bu hayalin parçası olmak için, katlanamayacağı aşağılama olmayan” Charles Ryder’ın ailenin okul arkadaşı olan genç erkeği ve onun kız kardeşi ile kurduğu ilişkiler sonucunda kendisini iyice gösteriyor ve hatta belki bu ilişkiler nedeni ile etkisi daha da büyüyor. Herkesin bir şekilde yaralı olduğu bir hikâye var karşımızda. Charles’a aşık olan Sebastian bu eşcinsel aşkı ile ilgili mücadeleyi sonunda kaybedeceğini bilmenin hüznünü taşırken, kız kardeşi Julia Charles’a duyduğu aşk ile inancının normları arasında sıkışıp kalmanın acısı ile yaşıyor. Anne ise tüm doğrularına, inançlarına ve bunlara bağlı olarak aldığı kararlara rağmen ve aslında belki de onlar nedeni ile ne kendi mutlu olabiliyor ne de çocuklarını mutlu görebiliyor. Charles ise suçluluk duygusunu belki de en çok hissedenlerden biri filmin karakterleri arasında; özellikle Sebastian’ın trajedisini engellemek için bir şey yap(a)mamış olması ile ve annenin sözleri ile sevilmeyi çok isteyerek, Sebastian’ın sözleri ile açlığına sınır koymayarak bu suçluluk duygusu odaklı hikâyenin baş karakterlerinden biri oluyor.

Özellikle Brideshead malikânesi bölümlerinde çok güzel görüntüler sunarak sanki erişilemeyen mutluluğun cazibesini ve erişememekten kaynaklanan trajediyi artıran film bazı karelerinde bir tablo gibi titizlikle tasarlanmış görüntülere sahip. Bu tasarlanmışlık korkulacağının aksine filme yapay bir hava getirmiyor, bunun yerine mekandan kaynaklanan ihtişamı artırıyor. İnce ve zarif bir anlatımın hâkim olduğu filmin en temel eksisi son yarım saatinde. Bu bölüm filmin geneline bakıldığında biraz yüzeysel, biraz sanki uzadığı düşünülen bir hikâyeyi toparlama telaşı ile çekilmiş gibi görünüyor. Çok başarılı bir müzik çalışması var filmin ve hikâyeye, atmosfere çok uygun bir tonda filmin karakterlerinden biri oluyor sanki film boyunca. İki imkânsız aşkın ağırlığını taşıyan filmde tüm kadro tam bir İngiliz oyuncu geleneği formatında hikâyeye başarı ile can veriyorlar ama anne rolünde Emma Thompson bir adım önde görünüyor.

Din veya başka bir neden ile yarım kalmış tüm aşklara adanabilir bir film bu ve özellikle Sebastian aşktaki yenilgisini kabul ettiği kilise sahnesinde elleri arkasında yürürken pek çok şiirin, şarkının ifade edeceğinden daha fazlasını söylüyor. Klasik bir romandan yapılan bu uyarlama elbette romanın hacmi düşünüldüğünde romana göre bir parça yüzeysel görünecektir ama tam da bu nedenle filmi roman ile karşılaştırarak bir haksızlığa gidilmemeli. Bu nostaljik havalı, büyük duygulara sahip, anlattığı hikâyenin ve mekanın ihtişamına kendini bir parça fazla kaptıran ve iki saatlik bir süreye sıkışmanın zorluğu ile zaman zaman yüzeysel kalan film kesinlikle ilgiye değen bir çalışma. 1981’de çekilen ve yine bu romandan uyarlanan aynı adlı televizyon dizisi çok daha büyük övgüler ile anılıyor bugün ama bu film de romandan ve o diğer uyarlamadan bağımsız ele alınmayı hak ediyor.

(“Brideshead’e Son Gidiş”)