Macbeth – Justin Kurzel (2015)

“Kan kokuyor hâlâ şurası: Arabistan’ın bütün kokuları temizleyemeyecek şu ufacık eli! Of! Yeter artık! Yeter!”

Cadıların, İskoçya kralı olacağı kehanetinde bulunduğu komutan Macbeth’in, karısının da teşviki ile tahtı ele geçirmek için yaptıklarının ve sonuçlarının hikâyesi.

Shakespeare’in ölümsüz eseri Macbeth’in sinemadaki -şimdilik- son uyarlaması. Justin Kurzel’in yönettiği, senaryosunu Todd Louiso, Jacob Koskoff ve Michael Lesslie’nin yazdığı film İngiltere, Fransa ve A.B.D. ortak yapımı olarak çekilmiş. Michael Fassbender ve Marion Cotillard’ın başrollerini paylaştığı yapım, Polanski veya Kurosawa’nın aynı eserden yaptığı uyarlamalar kadar güçlü değil ama yine de kendine özgü atmosferi ve görsel estetiği ile belki de hakkında söylenecek yeni bir şey kalmayan bu hikâyeye sinema perdesinde yeniden hayat vermeyi başarmış görünüyor. Eserin orijinalindeki trajediyi yeterince güçlü aktaramayan film, bir rüyâ (kâbus daha doğrusu) havası yaratan görsel atmosferi ile teknik bir yetkinliğin örneği olmayı becermiş ve kesinlikle görülmeyi hak eden bir çalışma olmuş.

İlk kez 1606 yılında sahnelendiği kabul edilen Macbeth defalarca sinemaya ve televizyona uyarlanmış bir Shakespeare oyunu. İskoç kralının sadık ve başarılı bir komutanıyken, karşısına çıkan üç cadının (filmde bunlara bir de bir küçük cadının eklenmesi ile sayıları dört olmuş) kral olacağı kehaneti üzerine kafası karışan ama iktidar olmanın tatlı kokusu ve karısının kışkırtmaları ile bu kehaneti gerçek kılmayı kafasına koyan Macbeth’in hikâyesini daha fazla özetlemeye gerek yok kuşkusuz. Kişisel olarak mükemmel bulduğum ve daha önce pek çok kez sinemada hayat bulmuş bir metne yeni bir yorum getirmek cesaret isteyen bir iş kuşkusuz: Hem böylesine çok bilinen bir hikâyede yaratılacak en küçük bir aksama dikkat ve tepki çekeceği için hem de işte yukarıda sözü edilen Polanski ve Kurosawa uyarlamaları gibi aşmanız ya da en azından yaklaşmanız gereken örnekler olduğu için. Kurzel’in filmi -özellikle de bu önceki filmleri görmüş olanların ve/veya oyunun sadık bir uyarlamasını tiyatro sahnelerinde seyretmiş olanların teslim edeceği gibi- senaryosu ile sarsıcı bir etki yaratamıyor seyirci üzerinde. Ne Macbeth’in hırs ve korkularla karışan kafası ne de Lady Macbeth’in yoldan çıkaran teşviği veya ellerindeki kanı temizleyememesi yüreğinizi ve beyninizi allak bullak edecek bir güçte getiriliyor karşımıza. Bir şekilde daha fazlasını görmeyi ve hissetmeyi bekliyorsunuz ve bu da boyutu kişiden kişiye değişecek bir hayal kırıklığı ile sonuçlanıyor çoğunlukla. Buna karşılık Macbeth’den pek de haberi olmayan bir izleyici, bu beklentiyi doğal olarak taşımayacağından, hikâyeden tatmin olabilir açıkçası. Orijinal metindeki kimi değişiklikler (oyunda yer almayan açılıştaki cenaze sahnesi veya Lady Macbeth’in çıldırmasının hafifiletilmesi gibi) filme yararlı olmuş görünürken kimileri de etkisinin azalmasına neden olmuş. Örneğin üstteki iki örnekten ilki hem filme sağlam bir görsel giriş yapılmasını sağlıyor hem de oyunda ima edilen bir trajediyi somutlaştırarak karı koca Macbethler’in kişilikleri için bir açıklama kaynağı olabiliyor. Buna karşılık Lady Macbeth’in sadece oyun metnini okurken bile tüylerinizi diken diken eden kimi anları burada kaybolup gitmiş görünüyor.

İngiltere ve İskoçya’da çekilen film lokasyon kullanımı açısından çok sağlam bir başarı göstermiş. Öyle ki adeta bu olaylar gerçekten de burada olmuştur diyorsunuz hikâye boyunca. Adam Arkapaw imzalı görüntüler kesinlikle dört dörtlük: Hem iç hem dış çekimlerde hiç aksamıyor Arkapaw’ın kamerası ve İskoçya’nın sisli yaylalarından iç mekanların doğal aydınlık ve karanlığına karşımıza getirdiği her unsurun hakkını fazlası ile veriyor. Savaş sahnelerindeki kimi -aşırı- yavaş gösterimler kendi başlarına bakıldığında gerçekten çok etkileyici ve Macbeth üzerinde kalıcı bir travma yaşatmış görünen çocuk yaştaki savaşçının ölümü ve yüz ifadesi başarılı bir şekilde kullanılmış. Yavaş gösterimli planlar ile normal hızla gösterilen planların birbirlerini takip etmesi zaman zaman bir uyumsuzluk havası verse de filmin kurgusu açısından doğru bir tercih olmuş genel olarak. Jed Kurzel imzalı müzik çalışması ise taşıdığı alçak tonlu gerilim havası ile bir trajediyi haber veriyor etkileyici bir şekilde ve hikâyeye ciddi bir katkı sağlıyor.

Gösterişten çok sadelik ve -orijinal metinden sesinin yüksekliği açısından uzaklaşarak- haykırmaktan çok fısıldamak derdinde olan film, tanık olacağımız eylemlerin korkunçluğunu haber veren tedirgin atmosferi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma. Karakterlerini bir rüyada (ya da bir kâbusta) hareket eder gibi gösteren estetik tercihleri ile de önemli olan film, iki başoyuncusunun rollerinin hakkını verdiği ve Marion Cotillard’ın konuşmadan bile müthiş işler yapabilen yüzü ile yine harikalar yarattığı bir eser ve Sean Harris, David Thewlis ve Paddy Considine da sağlam oyunculukları ile onlara sıkı bir destek veriyorlar. Zaman zaman renkli filtre ile çekilmiş gibi bir görünüme sahip olan film, jenerik yazılarındaki kırmızıdan kapanıştaki kırmızı görüntülerine kanlı bir hikâye anlattığını söylüyor sürekli olarak ve finalde elinde kılıç ile koşarken sisin içinde kaybolan çocuk görüntüsü ile kanın akmaya da devam edeceğini söylüyor bize.