Ostrovat – Kamen Kalev (2011)

“Bir boşluğun önünde duruyorsun, her şey karanlık. Böyle olduğunu sanıyorsun. Fakat tüm evren seni bekliyor. Boşluğa bırak kendini. Aklını unut”

Bulgaristan’a tatile giden Parisli bir çiftin yaşadıkları sonucu hayatlarının değişmesinin hikâyesi.

Bulgar yönetmen Kamen Kalev 2009’da çektiği ve Saadet Aksoy ile Hatice Aslan’ın da oynadığı “Iztochni Piesi – Şark Oyunları” adlı ilk filmi ile sinemaya sıkı bir giriş yaptıktan iki yıl sonraki bu filmi ile seyircisini bir parça hayal kırıklığına uğratmıştı. Filmin son yaklaşık otuz dakikalık bölümüne kadarki hikâye zaman zaman çekici yönleri olan ama çok da kayda değer şeyler söylemeyen bir film olarak idare ediyor ama sonra birdenbire bambaşka bir film çıkıyor karşımıza; filmin hem içeriği hem biçimi nerede ise 180 derece değişiyor ve bu seyirciyi şaşırtan –yine olumsuz anlamda ama- değişimin sonucu da feci bir kafa karışıklığı oluyor.

Seçimi yapanlar bu filmi Cannes festivalinde hangi nedenlerle “Yönetmenlerin On Beş Günü” bölümünde gösterilmeye değer bulmuşlar bilmiyorum ama karşımızdaki eser en iyi anlarında bile sıradanlığı zor aşabiliyor açıkçası. Filmin Paris’te geçen kısa başlangıç bölümü ve ardından adada geçen uzun bölüm bir çiftin ilişkilerinde erkeğin değişiminden kaynaklanan bozulmayı anlatıyor gibi görünüyor ve bu anlarda da seyirciye ne olduğunu pek hissettiremediği bir takım gizemli unsurları da olayların içine katan bir hikâye getiriyor karşımıza daha çok. Hikâyenin başında dile getirilen içimizdeki farklı kişiliklerin varlığı ve onları keşfetmenin gerekliliği üzerine ilerlediği sonradan ama pek de tatmin edici olmayan biçimde anlaşılan filmimiz erkekteki bu süratle değişimi nerede ise hiç ikna edici olmayan bir biçimde getiriyor önümüze. Doğumunda ailesi tarafından terk edilmiş olan adamın adada gördüğü bir kadının annesi olduğunu düşünmesi, suda gördüğü ceset ve adadaki “yabani bakışlı” işçiler gibi unsurlar bu bölümün seyircisinin ilgisini başlangıçta çeken ama sonradan bir yere götürmemeleri nedeni ile ağızda nerede ise bir aldatılmışlık tadını bırakan şeyler. Adadaki son sahnede tanık olduğumuz Bulgar köylüsünün garip dansı ise eşlik eden şarkının sözlerinin filmin hikayesi için de taşıdığı anlamla birlikte değerlendirilmesi gereken eğlenceli bir anın yaratıcısı olmuş görünüyor.

Filmin senaryosunu da yazan ve dolayısı ile tüm karışıklığın tek sorumlusu gibi görünen Kalev, karakterlerinin adadan ayrılmasından sonra bizi adeta bambaşka bir filmin içine atıyor. Erkek Bulgaristan’daki “Big Brother – Biri Bizi Gözetliyor” yarışmasına katılıyor ve bundan sonra da film iyice rayından çıkıyor. Bir popüler medya eleştirisine ve insanların ün kazanmak için takındıkları yapay tavırlara saldırı diyebileceğimiz bu bölüm hem bu içeriği ile hem de yönetmenin üslubundaki değişiklikten (filmin ritmi, kamera kullanımı vs.) dolayı seyircisini ne düşünmesi gerektiği konusunda hayli zora düşürüyor açıkçası. Hele kadının erkeğin yanında olabilmek için aldığı bir karar var ki anlatırken inandırıcılık kelimesini değil anlamsızlık kelimesini sıklıkla kullanmamızı gerektiriyor. Kalev tam olarak ne yapmak istemiş de sonuç böyle olmuş bilmiyorum ama gördüğümüzün sıkı bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyerek özetleyebiliriz bu sonucu.

Danimarkalı oyuncu Thure Lindhart’ın Bulgar asıllı ama Almanya’da büyümüş bir Parisli erkeği, Fransız Laetitia Casta’nın ise Parisli bir kadını canlandırdığı filmde oyuncular hikâyenin gerçekçiliğine ugun olarak aralarında hemen tamamen İngilizce konuşuyorlar. Belki bunun da etkisi ile ikili arasındaki ilişkiden seyirciye yoğun bir duygu akışı oluşmuyor bir türlü. Gerek Casta gerekse Lindhart sanırım hikâyeye bizim kadar uzak durmuşlar olsa gerek ki bir karakterlerini içselleştirememişler sanki. Tüm bunlara rağmen filmi ne çekici kılabiliyor diye bakarsak, çok güçlü gerekçeler olmayacak olsa da şunları söyleyebiliriz: Öncelikle açılıştaki tarot sahnesinde fal bakan adam rolünde Şilili kült yönetmen Alexandro Jodorowsky’nin varlığını söylemek gerek. Sinefiller için çok değerli olan bu gerekçe diğer seyirciler için bir cazibe öğesi olmayacaktır kuşkusuz. Tom Wais’in “Clap Hands” şarkısının eğlenceli ve akıllı kullanımı ve daha da önemli olarak ada bölümünün tamamında Julian Atanassov’un mekanı hikâyeye başarılı biçimde yediren görüntüleri filme çekicilik katıyor doğrusu. Bunlara Casta’nın güzelliğini de eklemeli elbette. Yönetmen/senarist Kalev adına söylenmesi gereken en önemli başarı ise yine ada bölümünde erkeğin yavaş yavaş değişmeye ve tuhaflaşmaya başladığı anlarda kadının şaşkınlığını ve çabasını ikna edici ve merak uyandırıcı biçimde anlatabilmesi.

(“The Island” – “Ada”)