Şabaniye – Kartal Tibet (1984)

“Aslanım! Şimdiden ne yiğit olacağı belli. Adını Şaban koyun, ben ölürsem kanımı alacak. Şaban’ımı iyi yetiştir. Önce Allah’a, sonra sana emanet. Silahım ve sazım Şaban’ındır.”

Kan davasından kaçmak için annesinin küçükken İstanbul’a getirdiği genç bir adamın, peşine düşenlerden kurtulmak için kadın kılığına girmesi ile yaşananların hikâyesi.

Senaryosunu Kartal Tibet ve İhsan Yüce’nin yazdığı, yönetmenliğini Kartal Tibet’in yaptığı bir Türkiye yapımı. Kemal Sunal’ın Şaban adındaki saf, iyi yürekli ve bazen de kahraman olan tiplemesinin bir diğer örneği olan film 1980’lerdeki diğerleri gibi sinema değeri açısından 1970’lerdeki kadar parlak olmasa da sadık seyircisini güldürmeyi başarmıştı. “Şaban filmleri”ndeki karakterler aslında birbiri ile ilgili olmasalar da Sunal’ın üzerine deyim yerinde ise yapışan isim ve tiplemeden mümkün olduğu kadar çok yararlanmak isteyen Yeşilçam bolca çekmişti bu filmlerden. Bu filmi diğerlerinden farklı kılan temel unsur ise bir Yeşilçam yıldızı için radikal denecek bir biçimde Sunal’ın hikâyenin büyük bir kısmında kadın kılığında seyircinin karşısına çıkması. Mizahı her zaman (daha doğrusu, çoğunlukla) güçlü olmayan ve çeşitli senaryo problemleri barındıran film öncelikle Kemal Sunal fanatikleri için ve kimi değinmeleri ile de ilgi çekebilir yine de.

Film Hatice (Adile Naşit) adındaki bir kadını yanında küçük bir çocukla birlikte trende İstanbul’a giderken göstererek başlıyor. Çocuğun elinde bir saz vardır ve annesi onu kan davasından kaçırmaktadır. 150 yıldır süren kan davasında çocuğun babası birini öldürerek cezaevine girmiş ve orada hayatını kaybetmiştir. Bu nedenle onun yerine oğlu karşı ailenin hedefindedir artık. Bu yüzden geldikleri İstanbul’da anne yıllardır bir gazinoda şarkıcıların ütü vs. işlerini yaparken, artık koca bir adam olan oğlu da garson olarak çalışmaktadır. Peşlerindeki ailenin yerlerini bulmasından sonra, intikam peşindeki oğul (Erdal Özyağcılar) İstanbul’a gelir ve Şaban’ı (Kemal Sunal) öldürmek için adamları ile birlikte işe girişir. Bu oğulun annesi (Aliye Rona) ve kız kardeşi (Çiğdem Tunç) ise ondan çok daha sert ve kararlıdır bu intikamın alınmasında. Şaban kadın kıyafetine girerek gazinoda şarkıcılığa başlar ve elbette bir yıldız olurken, farklı karakterler arasında gelişen aşk üzerinden üretilen mizahla filmin hikâyesi de ilerler.

Gösterime girdiğinde “yerli Tootsie” (Sydney Pollack, 1982) olarak duyurulsa da o filmin “kadın kılığına giren erkek” popülaritesinden yararlanmak için çekildiği anlaşılan filmin -ille de bir esin kaynağı aramak gerekirse- hikâyesi asıl olarak “Some Like It Hot” (Bazıları Sıcak Sever – Billy Wilder, 1959) filminden ilham almış gibi görünüyor. Wilder’ın filminde mafyadan kaçılırken, burada kan davalılarından kadın kılığına girerek gizlenen bir adamın hikâyesi anlatılıyor. Fikir -orijinal olmasa da- iyi, elde iyi bir kadro mevcut ve Sunal’ın kadın kılığına girmesi gibi ortalama bir seyirci için güldürmesi garanti olan bir cüretkârlık var; ne var ki sonuç sinemamızın klasik senaryo sorunundan ve oyuncularına (ve elbette makyajlı, elbise giymiş Sunal imajına) dayanan bir çalışma olmaktan kurtulamamış ve yeterince de eğlendiremiyor seyircisini.

Yeşilçam komedilerinin olmazsa olmaz bir kusuru vardır: Komedinin de kendi içinde bir gerçekçilik taşıdığını, taşıması gerektiğini unutmak. Burada da İhsan Yüce ve Kartal Tibet çok da üzerinde düşünülmüş görünmeyen senaryolarında bu kusuru gidebileceği en uç noktaya kadar götürmüşler. Birkaç örnek: Sesi kısılan bir assolistin sahneye yerine hiçbir yeteneği olmadığını bildiği bir kişinin çıkmasını sevinçle karşılaması ve kimseye haber verme gereği duymaması (Tamamı ile, Sunal’ı atalım ortyaya, nasılsa komik olur diye uydurulmuş ama bu işlevi de göremeyen bir sahne); bir kaçış sahnesinde takip edenlerin park halindeki aracı ile kovaladıkları arasında sadece birkaç metre olması (çünkü kamera iki tarafı birden göstersin düşüncesinin tek sonucu onları dip dibe koymak!); 30 yıldır tanıdığı ve her zaman desteklediği bir kadının bir kızı olduğunu yeni öğrenmesini normal karşılayan bir adam; yıllardır oturulan bir mahalledeki esnafın tanıdıkları ve sevdikleri bir yaşlı kadının yanındaki kadına müstehcen imalarla laf atmaları (çünkü Sunal çok seksi olmuştur o kıyafet içinde, seyirci bunu anlasın diye vurgulamak gerekir); Beyoğlu’nda bir zamanlar yazar, sinemacı ve tiyatrocuların “entel” mekânı olan Papirüs’e arabeskçilerin gitmesi ve orada bir arabesk şarkıcısına eline imza atmasını söyleyecek kadar fanatik bir hayranının olması; ünlü bir yıldızın bir otelin resepsiyon görevlisinin önünde cinsiyet değiştirme oyunu oynaması rahatlığı; bir kadın ile aynı odada kalan ve kadın rolü yapan bir erkeğin yaşayacağı “lojistik” sorunlara hiç değinilmemesi ve her ikisini de makyajlarını bile temizlemeden yatağa sokarak bir “çözüm” üretilmesi ve otel odalarına dışarıdan rahatça girilebilmesi. Daha pek çok örneği verilebilir bu gerçekçilik probleminin ve Yeşilçam’ın seyircisini bunları umursamayacak şekilde yetiştirmesinin özellikle bugünkü TV dizilerine kadar uzanan olumsuz etkisinin izlerinin peşine düşülebilir. Bir son örnek daha (gazinoya ilk kez gelen bir adama garsonun ismi ile hitap etmesi) senaryonun en temel kuralllarının bile ihmal edildiğinin kanıtı olarak gösterilebilir sorunu daha iyi anlatmak için.

Senaryonun kimi parlak anları ve eğlenceli bölümleri var ama vasat sahnelerin ve diyalogların ağır bastığını söylemek gerekiyor. İhsan Yüce gibi Yeşilçam’ın içine sosyal ve siyasî duyarlılıkları sokmayı başarabilmiş bir isim burada bu yeteneğinin sadece birkaç örneğini verebilmiş: “Sabreden derviş” atasözü üzerinden üretilen espri, oynanan bir kız kaçırma oyunu aracılığı ile “erkek kahraman” klişesi ile dalga geçilmesi ve Kartal Tibet’in kendisini oynadığı film çekme sahnesinde Yeşilçam romantizminin alaya alınması (bu sahnede rejisör rolünde yine bu türün örnekleri ile meşhur Orhan Aksoy’un yer alması doğru ve çarpıcı bir tercih olmuş). Şaban’ın gerçek kimliğine döndüğü sahnede düşünce şekli, özgüveni, konuşma ve yürüme biçimin bu kimliğinin eski hâli ile hiç ilgisinin olmaması gibi bir problemin nasıl gözden kaçtığını anlamak ise hayli zor.

Transseksüel bir sanatçı olan Tijen Erman okumuş Sunal’ın okur göründüğü ve ciddi bir senkronizasyon sorunu yarattığı şarkıları. “Ölürsem Kabrime Gelme İstemem” (filmin en iyi sahnelerinden biri bu ve Erdal Özyağcılar tam anlamı ile döktürüyor burada),”Kim Bilir”, “Affetmem Asla Seni”, “Bir Sevgi İstiyorum” ve “Eller Eller” şarkıları dönemin popüler eserleri ve bugün de türünün klasikleri olarak filme eğlence katarken, bu şarkılı sahnelerin bazılarında yer alan dans grubu da kıyafetleri ve figürleri ile dehşet bir 80’ler nostaljisi yaratacaktır bugünün seyircisi için. Senaryonun “kadın kılığına giren Kemal Sunal yeterince komik zaten” düşüncesinden uzaklaştığı anlar (“Şaban’ı vurmadım, Şabaniye’ye vuruldum” gibi hoş kelime oyunları, senaryo kendisine çok şans vermemiş olsa da Adile Naşit’in her zamanki doğal ve sıcak oyunculuğu ile sağladığı komiklik (“Gerekirse kendimi feda ederim” sahnesi ve Şabaniye’ye şarkı söylerken kıvırtmasını hatırlattığı an) ve Erdal Özyağcılar ile Aliye Rona arasındaki şantaj ve el öptürme konulu tartışma bölümü gibi) neyse ki var filmde; böylece film zaman zaman güldürüyor ve eğlendiriyor fanatik Sunal hayranı olmayanları bile.

Kartal Tibet’in yönetmenliği özel bir çaba harcanmamış bir havaya sahip. Örneğin Sunal’ın ilk kez kadın kıyafeti içinde göründüğü sahne kaçırılmış çok önemli bir fırsat olmuş ve film adına da büyük bir kayıp. Oysa bir iki sahnede Tibet özenli çalışıldığında etkileyici bir sonuç ortaya koyabildiğinin örneklerini veriyor bize. Örneğin yakın plan bir çekimde karakterlerden biri diğerine aşk sözleri söylerken, bu ikinci karakter bir üçüncü karaktere o sözlere cevap olan aşk sözleri fısıldıyor içinden.Bu sahne çerçevelemesi, oyunculukları ve diyalogları ile filmin zirve anlarından biri kesinlikle.

“Kadın kılığındaki erkek komiktir” kalıbına uygun bir içeriği olan filmin cinsiyet rolleri ve cinsel kimlikler açısından özgürlükçü bir söylemi olması söz konusu değil elbette. “Some Like It Hot” o klasik “Nobody is Perfect” ile kapanırken en azından orta karar bir ton tutturmuştu bu konuda. Burada ise “Bana sahip olacak erkek vurduğunu deviren, açık sözlü, sevdiğini pat diye söyleyen, istediği anda çekip öpen, sevmesini dövmesini bilen biri olmalı” gibi cümleler arasında bu orta kararlılığı bulmak güç kuşkusuz. Yine de “travestiliğin estetize edildiği”ni, en azından aşağılanmadığını söylemek mümkün. Şaban Şabaniye olduktan sonra üzerinde oluşan erkek ilgisini ve hatta tacizleri düşünürsek, her ne kadar asıl vurgu komikliğe yapılmış gibi dursa da, bu estetiğin varlığının -bilinçli ya da değil- öne çıkarıldığı söylenebilir.