Point Break – Kathryn Bigelow (1991)

“Bak şunlara… Bir kabile gibiler. Kendi özel dilleri var. Öylesine gidip konuşamazsın onlarla. Nasıl davrandıklarını, kafalarının içindekini öğrenmen, onların konuşma biçimlerini benimsemen gerekir”

Kılık değiştirerek, banka soyguncusu olduklarından şüphelenilen sörfçülerin arasına karışan bir FBI ajanının hikâyesi.

ABD’li sinemacı Kathryn Bigelow’dan Hollywood’un içinde aksiyon ve polisiye filmler için kadın yönetmenlere de yer açılmasını sağladığı bir film. 2008 yapımı “The Hurt Locker – Ölümcül Tuzak” ile Oscar kazanan ilk kadın yönetmen olan Bigelow 1991 tarihli “Point Break – Kırılma Noktası” ile “hoş ama boş” filmlerin parlak örneklerinden birini veriyor. Mark Isham’ın zaman zaman marş ritmine bürünmekten çekinmeyen ve gösterileni yücelten müziğinden Keanu Reeves ve Patrick Swayze’nin gücü ve yakışıklılığı parlatılmış görüntülerine, tam ABD’ye özgü bir “new age” felsefe sosu ile paketlenmiş sörf sporunun “muhteşemliğine”ve “erkeksi” aksiyonuna kadar şık bir film bu. Hikâyenin basitliğini gölgede bırakan ve kesinlikle başarılı çekilmiş aksiyon sahneleri yeter diyorsanız görülmesi gerekli ama bir parça da olsa içerik peşindeyseniz bu beklentinizi, seyrederken unutmanız gereken bir film Bigelow’un aksiyonseverlerce hâlâ beğenilen bu çalışması.

Tecrübeli ve huysuz FBI ajanı (Gary Busey) ile genç ve hırslı FBI ajanı (Reeves) ikilisinden savaş filmlerinin veya polisiyelerin vazgeçilmez sert ve görevlerinin kutsallığı konusunda nutuklar atan bir amire, film daha ilk karelerinden türünün klişelerine sıkı sıkıya sarılacağını haber veriyor seyredenine. Aksiyon sevenlerin çok da rahatsız olmayacağı bu durum daha sonra parlak bir tempo, kurgu ve mizansenle çekilmiş ve meraklılarını kesinlikle tatmin edecek aksiyon sahnelerine bırakıyor yerini. Özellikle -ve mantığın ve inandırıcılığın ille de hikâyenin parçası olması gerekir diye düşünmüyorsanız- havadaki paraşütlü ve paraşütsüz tüm aksiyon sahneleri çok başarılı, filmin aksiyon hedefi açısından değerlendirildiğinde. Bu sahnelerden de daha etkileyici olanı ise dakikalarca süren bir takip sahnesi ki sokaklardan evlerin içine ve bahçelere kadar farklı mekanlarda geçen bu sahne Bigelow’un nerede ise hikâyesinin bir önemi varmış gibi görünmeyen filmi ayakta tutan asıl isim olduğunu ortaya koyuyor. Yoksa usta ile çırağı veya Vietnam’da savaşmış karakter gibi klişeler ve tüm o sörf güzellemeleri fimi seyredilir kılmaya yeterli değil.

Banka soyguncularının yüzlerine ABD başkanlarının maskelerini (Johnson, Nixon, Carter ve Reagan bu başkanlar ve senaristlerin Nixon’ın Watergate skandalı ile istifasından sonra başkan olan Ford’u atlamış olmaları onun seçimle işbaşına gelmemesi ile mi açıklanmalı bilmiyorum) takarak işlerini görmelerini senaryomuz onların sistem karşıtlığı ile ilişkilendiriyor ama hayatlarının tek amacı “mükemmel dalgayı yakalamak” gibi görünen bu karakterlerin sistem karşıtlığının altını dolduran bir metin yok elbette hikâyede. O nedenle bu sistem karşıtlığına boş verip, bu maskelerin dolaylı yoldan da olsa başkanları üzerinden ABD’nin dünya halklarını soymalarının (her anlamda) sembolü olarak görüp eğlenmek daha doğru olur. Bunun dışında filmdeki kadın karakterin erkek sörfçüleri suçlarken kullandığı “adrenalin bağımlısı bunlar” ifadesini filmin kendisi için kullanmak ve seyircisini de aynı katgeoride gördüğünü söylemek mümkün. Orijinal müziğin yanısıra sıkı şarkılar, dalgalar üzerinde kayan yakışıklı sörfçüler ve gösterilenlerin eleştirilmekten çok sömürüldüğü açık olan parti sahneleri ve bunların üzerine sos olarak dökülmüş gibi görünen sörfün felsefesi ile filmi sörfçüler derneğinin propaganda filmi olarak da görmek hiç yanlış olmaz açıkçası.

Keanu Reeves’in her zamanki vasat (hatta sondaki Avustralya sahnesinde başarısız) oyunu, Gary Busey’in klişelerle donatılmış karakterini çok da umursamadan ve abartarak canlandırdığı performansı ve filmin tek elle tutulur kadın karakterini oynayan ve sondaki geceliği içinde çölde koşma sahnesi ile hikâyede karakterinden ne beklendiğini anlamamızı sağayan Lori Petty’nin idare eden performansının yanında Patrick Swayze öne çıkan isim oluyor ve en azından vasatın üzerinde kalıyor film boyunca. Swayze’nin karakterinin hikâyenin yüzeysel felsefesi nedeni ile en zayıf diyalogların sahibi olduğunu da belirtelim bu arada. Her ne kadar vasat olsa da hikâyesinin hakkını özellikle son bölümlerdeki heyecanı ve aksiyonu akıllıca destekleyebilmesi nedeni ile vermek gerekiyor. Ne var ki aynı hikâyenin FBI ajanı ile sörfçülerin lideri arasındaki “kardeşlik” bağının nasıl ve ne zaman ortaya çıktığını veya benzer bir şekilde ajanımızın finalde “kendisini yeniden keşfi” sonucu o kararı vermesine yol açacak sörf aşkının nasıl oluştuğunu anlatamadığını da vurgulamak doğru olur. Film bu durumları davranışlar veya görsellikten çok diyaloglara ve seyircinin doğal olarak oluşan beklentisine yaslanarak anlatmayı tercih etmiş görünüyor.

Blki ancak somut acılara ve zulümlere ilgi göstermeyip “ruhun özgürlüğü” peşinde koşan new-age ruhlulara hitap edebilecek içeriği bir yana bırakılırsa, hayli iyi çekilmiş birkaç aksiyon sahnesi ve bu sahnelerin vereceği zevk ve ne olursa olsun bizleri soyan ABD başkanlarına göndermeleri ile ilgi gösterilebilecek bir film özet olarak. “The Hurt Locker – Ölümcül Tuzak” gibi Irak’ta acı çeken ABD askerlerine hayli dokunaklı bir şekilde el atan ama o askerlerin orada ne aradığı ile hiç ilgilenmeyen filmlerin ustası Bigelow’dan tam da ondan beklenecek bir çalışma bir başka deyişle.

(“Kırılma Noktası”)