Old Joy – Kelly Reichardt (2006)

“Hüzün, yorgun düşmüş neşeden başka bir şey değildir”

Bir hafta sonu tatili için tekrar bir araya gelen iki eski arkadaşın seçtikleri farklı yollarla ve birbirleri ile yüzleşmelerinin hikâyesi.

Jonathan Raymond’ın “Old Joy” adlı kısa hikâyesinden uyarlanan senaryosunu Raymond ve Kelly Reichardt’ın yazdığı, yönetmenliğini Reichardt’ın yaptığı bir ABD filmi. Bir süredir görüşmeyen iki eski arkadaşın bir hafta sonu tatili için orman içindeki Bagby Kaplıcası’na yaptığı yolculuğu anlatan filmin tüm hikâyesi bu ifade ile özetlenebilecek kadar basit. Bir yol filmi olarak da tanımlanabilecek olan yapıt minimalist denecek içeriği ve sesini hiç yükseltmeden kullandığı yalın sinema dili ile basit ve bu basitliğin üzerinden sağladığı gerçekçilik sayesinde de hayli başarılı bir çalışma. Hiçbir şey anlatmadan çok şey söyleyen (veya en azından çağrıştıran ve düşündüren) film kendisini hemen ele vermeyen bir politik yana da sahip olan, hikâyesinin hemen tamamı canlandırdıkları karakterleri arasında geçen Daniel London ve Will Oldham’ın sade oyunculukları ile değerlenen ve Reichardt’ın yalınlık üzerinden güçlü bir etki yaratabilme becerisini kanıtlayan bir yapıt.

Mark (Daniel London) ve Kurt (Will Oldham) bir süredir görüşmeyen çok eski iki arkadaş. Açılış sahnesinde evinin bahçesinde meditasyon yaparken (ama pek de konsantre değildir) gördüğümüz Mark evlidir ve yakında bir çocuğu olacaktır. Kurt ise ilk gençliğindeki başıboş hayatını hâlâ sürdüren ve bir parça düzen dışı görünen bir adamdır ve Mark’ı arayarak, ona hafta sonunu ormanda kamp yaparak geçirmeyi teklif eder. Ortak bir yaşam sürdükleri dönemde ortak idealleri de varmış gibi görünen (hikâye pek çok konuyu olduğu gibi bunu da yoruma açık bırakıyor ve aralarında sanki bir soğukluk oluşmuş havasını da yine aynı belirsizlikle yaratıyor) iki adam farklı yollar seçmiş görünmektedir. Sanki Mark eski ideallerini terk etmiş ve içinde bir burukluk hissetse de yeni düzenine uyum sağlamış bir karakterken; Kurt onlarla ne yapacağını bilemediği ideallerini korurken, başıboş hayatı ile hâlâ toplumun dışında kalmayı seçmiştir. Bu iki karakter üzerinden orta yaşa doğru ilerleyen ya da ulaşan bireylerin gençliklerindeki hayalleri ve tercihlerini yitirmeleri ya da koruyamamaları üzerine oldukça güçlü bir hüznü olan bir film yaratmış Reichardt. Filmin politik yanı da işte tam burada gizli.

İlk sahnelerden başlayarak politik bir radyo programındaki konuşmalara kulak misafiri yapıyor bizi film. Konuşmalar genellikle ABD’deki Demokrat Parti’nin tutumu, parti içindeki farklı görüşler ve Cumhuriyetçi Parti’nin ülkeyi sürüklediği yer üzerine ve Mark ile Kurt’ün tutumları ve durumlarını bu bağlamda belki de ülkedeki demokratların ikilemlerinin yansıması olarak görmek mümkün. Mark hayallerini unutup, düzeni rahatsız etmeyecek bir konuma yerleşen liberalleri; Kurt ise parti içindeki, düşüncelerini potansiyelden hareketliliğe geçiremeyen ve güçsüz “ilerici”leri temsil ediyor olabilir örneğin. Bu bağlamda değerlendirildiğinde ise, Cumhuriyetçi Bush döneminde çekilen filmin hüzünle karışık bir hayal kırıklığını anlattığını söyleyebiliriz ve tüm o sessizliği içinde filmin, kulağını verenlere güçlü ve önemli şeyler fısıldadığını iddia edebiliriz rahatlıkla. Eski plaklardan konuşulduğu sahnenin de gösterdiği gibi dünya değişmektedir ve iki kahramanımız da farklı seçimleri (ya da seçimsizlikleri) ile bir şekilde yaşayıp gitmektedirler, ya hayallerini unutarak ya da onlarla ne yapacağını bilemeyerek.

İstanbul Film Festivali’nde “Geçmiş Zaman Olur ki” adı ile gösterilen yapıt aslında bu ismin çağrıştırdığının aksine, “Hayali cihan değer” bir geçmişe duyulan özlemi anlatmıyor her ne kadar iki adamın eski günleri zaman zaman aralarında konuşma konusu olsa da. Orijinal adının ifade ettiği gibi, eski neşeyi farklı nedenlerle yitiren iki adamın bugünü anlatılan burada ve Kurt’ün bu yazının girişindeki sözleri ile söylersek, o neşenin dönüştüğü hüznü ele alıyor asıl olarak. Kısacası geçmişin neşesi değil, bugünün hüznü hikâyenin asıl konusu. İki karakterin kampa gitmek üzere buluştuğu ilk sahneden (aynı yıl çekilen “Brokeback Mountain”daki, o uzun bir ayrılıktan sonra son kez kampa gitmek için buluşan iki adamı hatırlatan bir görselliği ve içeriği var bu sahnenin) ayrıldıkları ana kadar çoğunlukla Kurt’ün konuştuğu, Mark’ın ya sustuğu ya da kısa cevaplar verdiği hikâyede hüznü ve yitirmeyi atmosferinin ana malzemesi olarak kullanmış Reichardt ve yüreklere dokunmayı başarmış bu zarif yapıtı ile.

Senaryonun uyarlandığı hikâyenin yazarı Jonathan Raymond ile yönetmen arasındaki verimli iş birliği bu filmle başlamış ve şimdilik dört filmde daha göstermiş kendisini. Anlaşılan Raymond’ın sözel dünyası ile Reichardt’ın görsel yaratıcılığı ruh ikizlerini bulmuşlar çünkü bu filmde de bir örneğini gördüğümüz gibi senaryo ile onun görsel karşılığı arasında her bakımdan takdiri hak eden bir uyum oluşmuş. Amerikalı “Bağımsız Rock” (Indie Rock) grubu Yo La Tengo’nun müzikleri de bu uyumun doğal bir parçası olmuş ve bu yol filminin dinginliğine önemli bir katkı sağlamış. Evet, bir yol filmi bu hem içeriği hem görselliği ile. Oregon’da çekilen film başta kaplıcanın olduğu orman olmak üzere, bölgenin doğasını bir yolculuk belgeseli tarzında göstermeyi tercih ederken; kamera sık sık arabanın camlarından, geçilen yerleri, yol kenarlarındaki insanları, benzincileri gösteriyor bize ve iki karakterin yanına katıyor yolculukları boyunca. Burada ilginç olan ve hikâyeye çekicilik de katan ise, bir yandan bu iki adamın hep yanında olduğunu hissettiriyor film ama bir yandan da onlara belli bir mesafede tutmayı başarıyor sizi. Geçmişleri dışında ortak bir yanları kalmamış görünen iki adamın mahremiyetine sokmuyor bizi Reichardt ve örneğin kaplıcadaki “masaj” sahnesinde bile seyirciyi -üstelik yakın plana rağmen- dışarıda tutmayı seçiyor. Bu sahnedeki muğlaklık ve tedirginlik duygusu hikâyenin belki de seyircide duyguları doğrudan kışkırtan tek unsuru filmin. Bir soru işaretini, üstelik gerilimi de barındırarak ustalıkla yaratıyor yönetmen ve seyirciyi merak duygusu içinde bırakıyor bu bölümde.

Çok kısa sahneleri olan birkaç karakter dışında filmin tümü iki kahramanımız arasında geçiyor; bu nedenle ve yönetmenin duygusal açıdan dışavurumlardan uzak durduğu bir sinema dili dikkate alındığında başroldeki Daniel London ve Will Oldham’ın işi hem kolay hem zormuş. Kolay çünkü güçlü duyguları yansıtmak gibi zor bir işleri yok ama öte yandan kameranın sürekli yüzlerine ve bedenlerine odaklandığı ve hikâyenin performans sergilemek için onlara özel imkânlar sunmadığı bir filmde gerçekçi ve doğal olabilmek, hatta neredeyse bir belgesel kamerası tarafından görüntüleniyormuşcasına oynayabilmek oldukça güç. Hem Oldham hem London, üstelik de seyircinin özdeşlemesine fırsat vermeyen filmde işte bu güç işin altından ustalıkla kalkmışlar ve çoğu Raymond’ın kısa hikâyesinden aynen alınan diyalogları doğaçlama havası yaratacak kadar kendilerine ait kılmışlar.

Peter Sillen’ın özellikle orman içindeki sahnelerde ve gökyüzü görüntülerinde parlak renklerle “ışıltılı” bir hava yarattığı ve hüzünle hoş bir zıtlık oluşturduğu filmin ses tasarımı/kurgusu da sessizlikleri çarpıcı hâle getirmesi ile ayrı bir başarının sahibi olmuş. İlgi çekici üç notu da belirterek, bu “kısa hikâye” tadındaki filmin Reichardt’ın sağlam sinema duygusunun bir örneği olarak kesinlikle izlenmeyi hak ettiğini belirtelim: Yolculuklarında iki adama eşlik eden Lucy yönetmenin kendi köpeği ve yine onun 2008 tarihli “Wendy and Lucy” adlı filminde de yer almış daha sonra. Hikâye boyunca zaman zaman dinlediğimiz “Air America” adındaki radyo istasyonu 2004’te ülkedeki muhafazakâr istasyonlara alternatif olarak kurulmuş ve Demokrat Parti içindeki “İlerici” grubun sesi olması hedeflenmiş ama 2006’da bir kredi ilişkisi yüzünden sarsılan imajından sonra el değiştirerek 2010’da kalıcı olarak kapanmış. Mark ve Kurt’ün gittiği Bagby Kaplıcası gerçekten görülmeye değer bir güzelliğin ortasında yer alıyor ve kapanış jeneriğinde de belirtildiği gibi ve hikâyede gördüğümüzün aksine, alkol tüketimi ve küvetlere çıplak olarak girmek yasak bu kaplıcada!

(“Geçmiş Zaman Olur ki”)

Wendy and Lucy – Kelly Reichardt (2008)

wendy-and-lucy“Köpek maması alacak parası olmayan bir insan, köpek sahibi olmamalı”

Bir iş bulup çalışmak üzere arabası ve köpeği ile Alaska’ya gitmeye çalışan yoksul bir kadının hikâyesi.

ABD’li yönetmen Kelly Reichardt’tan bağımsız sinemanın yüzakı örneklerinden biri olan ve çok düşük bir bütçe (yaklaşık 300 Bin USD) ile çekilen film, yoksul bir kadının ayakta kalma çabasını dramatik anlardan özenle uzak durarak ama yine de yüreğe dokunmayı başaran bir dille anlatan bir çalışma. Başroldeki Michelle Williams’ın filmin gerçekçi atmosferine tam bir uyum içindeki performansı ile de dikkat çeken film, yoksulluğun hayatlarının bir gerçeği olduğu bireyleri gözlemci bir tavırla ve seyrederken hiçbir müdahalede bulunulmadığını hissettiren bir hikâye ile anlatıyor bize ve İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının parlak örneklerine selam gönderiyor bir bakıma.

Cebinde çok kısıtlı bir para olan, harcadığı her kuruşun içini acıttığı, sokaktan topladığı boş teneke kutularını satarak birkaç kuruş kazanmaya çalışan ve hem köpeği hem kendisi için marketten yiyecek çalarak hayatta kalmaya çalışan bir kadın Wendy ve en sadık arkadaşı da aralarında sağlam bir dostluk olan köpeği Lucy. Hikâye bu ikiliyi Alaska’ya giden yolda uğradıkları Oregon’da getiriyor karşımıza ve arabanın bozulması nedeni ile burada kalmaları sonucu yaşadıklarını anlatıyor. Yaşadıklarını derken, bundan Hollywood’un sözlüğündeki anlamın çıkarılmaması gerekiyor. Birkaç günü tam bir gözlemci tavırla ve adeta gerçek bir karakteri takip eden bir belgeselci gözü ile anlatıyor Kelly Reichardt. Bu gözlemlerini bizimle paylaşırken de ıssızlaşmış ama bir zamanlar öyle olmadığı hissettirilen bir kasabadaki kimi karakterleri yoksullukları ile birlikte sergiliyor ve hayatın durmuş gibi göründüğü bu yerdeki bireylerin bezgin ve adeta öylesine yaşayıp giden hallerini gerçekçiliği ile etkileyen bir biçimde yansıtıyor hikâyesi boyunca. Jonathan Raymond’un “Night Choir” adlı hikâyesinden uyarlanan film, kaynağına özgü “küçük hikâye” havasını da koruyor ve öncesine tanık olmadığımız gibi sorasına da tanık olmayacağımız bir şekilde, bir karakterin hayatından bir kesiti getiriyor karşımıza. Bunu yaparken de ne önce ama özellikle ne de sonrası için farklı bir resim çiziyor ve bir umut veya en azından bir değişiklik vaat etmiyor.

En dramatik sahnelerinde bile (“ayrılık” sahnesi veya kadının geceyarısı tepesinde dikilen tuhaf bir adamla karşı karşıya kalması) sakinliğini ve gerçekçiliğini koruyur film ve bu tercihi ile önümüze getirdiği karakter için tüm bunların “sıradan” olduğunu, onun hayatını derin bir yoksulluğun çizdiği bir çerçeve içinde sürdürmeye çalışırken benzer olaylarla sıklıkla karşılaşmış olabileceğini söylüyor bize. Tüm bunlar filmin karanlık bir atmosfere sahip olduğu sonucuna götürmemeli bizi. Evet, zorluklar içinde hayatını sürdüren ve bir iş bulabilmek (ve o da muhtemelen düşük ücretli bir iş) uğruna binlerce kilometre yolculuk eden, hayatında köpeği dışında kendisine destek olacak bir ilişkisi yok gibi görünen bir kadın var karşımızda ama yönetmen Reichardt ve oyuncu Williams bu resimden gerçekçi bir şiir çıkartıyorlar karşımıza ve tüm olumsuzluklara rağmen bir “devam etme” hikâyesi anlatıyorlar bize. Burada kimi eleştirmenlerin de dikkat çektiği bir referansı dile getirmekte yarar var. Film İtalyan Yeni Gerçekçilik akımına selam gönderiyor demiştik: Burada özellikle Vittorio de Sica’nın “Umberto D.” adlı başyapıtını hatırlamakta yarar var. O filmde Umberto D. adındaki yaşlı ve yine köpeği olan yaşlı bir adam yoksulluğun pençesinde, dilenmekten intihara kadar uzanan alternatifler arasında gezinirken benzer bir hayatı sergiliyordu bize. Bu benzerlik, Reichardt’ın senaryosunu Jonathan Raymond ile birlikte yazdığı filminin Amerika’dan çok Avrupa sinemasına yakın duran havasının da bir örneği olarak dikkat çekiyor.

“Basit” bir hikâyeyi hiç uzatmadan (sadece 80 dakika sürüyor film) ve yapaylıklara, “heyecan” yaratmak veya filmin daha uzun sürmesi için zoraki eklenmiş anlara/yan hikâyelere başvurmadan anlatan film yalın bir dil ile de etkileyici olunabileceğini de kanıtlıyor. Örneğin, geceyarısı ormanda tepesine dikilen ve parasını isteyen adamın yarattığı korkuyu sadece Williams’ın yakın plan yüzü (ve hatta yüzünün bir kısmının battaniye altında olduğunu düşünürsek gözleri) ile anlatıyor hiç ek bir vurguya veya teknik oyunlara girişmeden. Kaybolan köpeği için kasabaya yapıştırdığı ve üzerinde köpeğinin resmi olan el ilanındaki “I am Lost” ifadesi ile kahramanımızın ve aslında toplumdaki tüm yoksulların kaybolmuşluğunu ve kadının bir sahnede ağzından duyduğumuz “Buradan sadece geçiyordum” cümlesi ile benzer bir hayatı süren bireylerin de adeta yaşam denen yoldan öylesine geçtiklerini ima ettiğini söyleyebileceğimiz filmin derdinin ne olduğu belki de asıl şu sahnede gizli: Kendisini hırsızlık yaparken yakalayan market çalışanı, genç kadına “Köpek maması alacak parası olmayan bir insan, köpek sahibi olmamalı” derken, sistemin ima ettiği daha acımasız bir yargıyı dile getiriyor belki de: Yoksulsan “yaşamamalısın”. Michelle Williams’ın mükemmel oyununun da mutlak bir takdiri hak ettiği film izlenmeli, özet olarak.

(“Wendy ve Lucy”)