I, Daniel Blake – Ken Loach (2016)

“Ben bir müşteri veya bir hizmet kullanıcısı değilim. Kaytarmam, otlakçılık etmem, dilenmem, çalmam. Ben bir sosyal güvenlik numarası veya ekrandaki bir bip değilim. Tüm vergilerimi ödedim, son kuruşuna kadar ve bundan gurur duyuyorum. Kimseye yalakalık yapmam ama komşumun gözlerinin içine bakarım ve yardım edebileceksem ederim. Ne yardım kabul ederim ne de yardım isterim. Ben, Daniel Blake. Ben bir insanım, köpek değil. Bundan dolayı, haklarımı talep ediyorum. Bana saygılı davranmanızı istiyorum. Ben, Daniel Blake; bir vatandaşım, ne daha fazlası ne de daha azı. Teşekkür ederim”

Geçirdiği kalp krizi nedeni ile doktorlar çalışmasına izin vermediği için işini kaybeden ama devletten yardım alabilmek için bürokrasi ile boğuşmak zorunda kalan yaşlı bir adamın hikâyesi.

Senarist Paul Laverty ve yönetmen Ken Loach’tan Altın Palmiye ödüllü bir iş birliği. İkili yine yalın bir sinema dili ve yalın bir hikâye ile kapitalist bir toplumsal düzen eleştirisini ve ezilen bireyleri anlatıyor bize. “Çalışamayacak kadar kötü ama yardım alamayacak kadar iyi” durumda olan yaşlı adamın hikâyenin başındaki kararlı ve mücadeleci kişiliğinin trajik finale doğru giderken yavaş yavaş değişmesi üzerinden ilerliyor film ve çağdaş Britanya’dan yoksulluk manzaralarını ve neo-liberal politikaların ezdiği işçi sınıfının meselelerini getiriyor önümüze. Kahramanımızın bireysel “isyan”ı dışında bir çözüm söylemiyor Loach (bu güçlü ve sorumlu sinemacının böyle bir kendini kanıtlama derdi olmamalı zaten), bunun yerine artık sıradanlaşan bir manzarayı getirmeyi tercih ediyor önümüze. Hikâyeye güç katan ve onu çarpıcı kılan sadeliğin ve gerçekçi tavrın sinema dili açısından yeterince güçlü olmadığı düşünülebilir belki ama hikâyesi o denli önemli ki bunu göz ardı etmekte bir sakınca yok kesinlikle.

İşini seven ve usta bir marangoz Daniel Blake; eşini uzun bir hastalıktan sonra kaybetmiş ve çocuğu da olmadığından yalnız yaşıyor. Geçirdiği kalp krizi sonucu işini yitiriyor ve sonra devletin sonsuz bürokrasisi içinde kayboluyor hak ettiği yardımı alabilmek için uğraşırken. Benzer bir mücadele veren ve iki çocuklu bir bekâr anneye de yardımcı olmaya çalışıyor bu arada. Bir toplumsal veya sistemsel çözüm önermiyor Loach’un bu filmi ama gerek onun gerekse senarist Laverty’nin politik eğilimleri belli ve bunu daha önce pek çok farklı filmde göstermişlerdi zaten; bunun yerine bir dayanışma var sadece karşımızda adam ile kadın arasında ama bu bireysel dayanışmanın bir çözüm olduğunu da söylemiyor Loach ve hikâyenin gelişimi de bunu işaret etmiyor. İktidarların sadece ekonomik politikalarının değil, sosyal politikalarının da ezdiği bireyler var karşımızda bu hikâyede. Derdini anlatabilmek için 48 dakika telefonda bir çağrı merkezinin cevap vermesini bekleyen (çünkü tasarruf tedbirleri nedeni ile kısıtlı sayıda çalışan vardır çağrı merkezinde ve zaten hedef vatandaşın finansal yardımı almasını sağlamak değil, neden yardımı hak etmediğini kanıtlamak bu merkezin), asla esnetilmeyen ve insanlara hizmet etmekten çok onları disipline etmeye yönelik görünen bürokratik kurallar karşısında çaresiz kalan ve “gıda bankaları”nda tanık olduğu manzaraların dehşete düşürdüğü adamın sistem/iktidar karşısındaki konumu kuşkusuz çok etkileyici bir resim getiriyor önümüze ve Loach belgesele yakın ve sade bir dil ile bizi tanığı olmaya çağırıyor bu resmin.

Çok etkileyici olan ve Laverty’nin Glasgow’daki bir gıda bankasında (bağışlarla toplanan gıda ürünlerinin yoksullara dağıtıldığı yerlere verilen bir isim bu) tanık olduğu gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdığı sahne, kadının markette hırsızlık yaparken çalmak zorunda kaldığı ürün ve bu hırsızlığın kadını götürdüğü teslimiyet noktasının arkasında yatan organizasyon (insanların artık “doğal” olan yoksulluğunu kullananlar) veya yardım bürosunda çalışan kadının sistemin dışına çıkarak insanca davranmaya çalışmasının sonucuna tanık olduğumuz an gibi epey çarpıcı bölümleri var filmin. Sergilenenlerin bir kısmını “bu kadar da değil artık” diye düşünerek seyredebilirsiniz belki ama gerçeğin ta kendisi bu ve hatta daha azı bile. Örneğin yardımın bağlanması için bekleyenlerle görüşmelerin yapıldığı büroda geçen bir sahnede bir görevli kadın adama su sebilinden aldığı bir bardak suyu veriyor ama bu sebiller 2010 yılında tasarruf tedbirleri kapsamında kaldırılmış bu merkezlerden!

Kesintileri arttıran, sosyal yardımları azaltan ama büyük şirketlerin vergi oranlarını düşüren neo-liberal politikaların özsaygısını yitirmesine neden olduğu adamı canlandıran Dave Johns’un ilk sinema filmi bu ve daha önce hep televizyon için çalışmış. Oyuncu, karakterinin ruh halini, kötüye doğru değişimini ve çıkışsızlığını çarpıcı bir sadelikle oynuyor ve her anında yer aldığı hikâyeyi bu gerçekçilik tercihi ile sürüklüyor. Bekâr anne rolündeki Hayley Squires de çaresizlik içinde istemediği tercihler yapmak zorunda kalan genç kadını başarılı bir performans ile oynarken, finalde adamın adına onun “son mektubunu” okurken hayli etkiliyor seyredeni filmin doğasına da uyan ekonomik bir oyun ile. Bu sahne belki bir parça “mesaj kaygılı” ama yine de etkileyici kesinlikle. En küçük roldekiler de dahil olmak üzere diğer tüm oyuncuların da adeta kendi hayatlarını oynuyorlarmış gibi rahat ve doğal performanslar sunuyor olmalarını da filmin artıları arasına eklemek gerekiyor.

Politik çözümü değil, politik bir sorunu göstermeyi tercih eden film iki baş karakterinin dayanışması ve başta gıda bankasındaki gönüllüler olmak üzere kimi bireylerin iyilikleri aracılığı ile aksi takdirde hayli karamsar olan resime bir parça “güzellik” katıyor ama sonuçta hikâye sert gerçekçiliğini koruyor ve hem duygusal hem de politik olarak etkileyici bir çalışma olmayı başarıyor. Has sinemacılardan biri Ken Loach ve ticarî sinemanın görmezden geldiği, hikâyelerini anlatmaya değer bulmadığı bireyleri ve kapitalist sistemlerin onlara yaptıklarını sergilemeye devam ediyor ve iyi ki yapıyor bunu!

(“Ben, Daniel Blake”)

Jimmy’s Hall – Ken Loach (2014)

Jimmy's Hall_OnesheetFINAL4915.indd“Şu ellerime bir bakın peder. Tırnaklarımın içinde toprak var. Ben okumuş biri değilim. Asker oldum, denizci oldum, tersane işçisi, madenci oldum. Hem denizde hem yer altında çalıştım. Çok şey yaşadım ve çok da hata yaptım tabii, ama tüm kusurlarımıza rağmen ben komşularıma inanıyorum, dostlarıma, sınıfıma inanıyorum”

1930’ların büyük ekonomik kriz döneminde, on yıldır sürgünde bulunduğu Amerika’dan ülkesine geri dönen bir İrlandalı siyasal aktivistin tekrar açtığı sosyal faaliyet salonunun neden olduğu gelişmelerin hikâyesi.

Sosyalizme inancını yansıttığı, “sosyal gerçekçi” filmleri ile tanınan İngiliz yönetmen Ken Loach’un yönettiği ve onun filmlerinin büyük bir kısmında birlikte çalıştığı Paul Laverty’nin senaryosunu yazdığı bir İngiltere – İrlanda ortak yapımı. Filmde bir IRA militanı olarak küçük bir rolü de olan İrlandalı Donal O’Kelly’nin “Jimmy Gralton’s Dancehall” adlı oyunundan yola çıkan çalışma, tarihte ülkesinden sınır dışı edilen tek İrlandalı olan komünist lider Jimmy Gralton’un on yıllık bir sürgünden sonra döndüğü ülkesinde yaşadıklarını anlatıyor bize. Ken Loach’un filmografisine çok yakışan bir film bu, biçim ve içerik olarak ve onun dürüst sinemasının, derdi olan sanatçılığının ve yoksulun/ezilenin/direnenin yanındaki tavrının izlerini taşıması ile kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Zaman zaman didaktik bir hava takınmaktan kurtulamamış olsa da ve hikâyenin içeriği biçiminin önüne gereğinden fazla geçmiş gibi görünse de, görülmesi gerekli bir Loach filmi bu.

On yıl sonra döndüğü ülkesinde, fikir ve mücadele yoldaşlarının beklentisi ve bölgenin gençlerinin ısrarı ile “dans salonu”nu tekrar açmaya karar veriyor Jimmy Gralton. Sadece dans düzenlemek için kullanılan bir yer değil burası; bölgenin rahibinin alay konusu yaptığı, Marx’ın “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” sözüne uygun olarak bölge halkının elindekini paylaştığı (ücretsiz resim, müzik, boks dersi vererek örneğin) bir yer söz konusu ve Gralton’un baştaki amacı o olmasa da bir süre sonra politik faaliyetlerin de yürütüldüğü bir yere dönüşüyor on yıl öncesinde olduğu gibi. Film bu faaliyetlerin “kaçınılmaz”lığını iki nedenle açıklıyor: Birincisi, Grafton’un içindeki devrimci ruhun hâlâ ilk günkü ateşi ile yanıyor olması ve onun kitleler üzerindeki etki gücü; ikincisi ise içinde bulunulan koşulların (yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik) bu mücadeleyi gerekli kılması. Bir sahnede net bir biçimde ifade edildiği gibi, ne zaman bir direniş, hak arama mücadelesi örgütlense, bu mücadeleye hep aynı iki kesim muhalefet ediyor ve paranın ve kilisenin gücü ile bastırılmaya çalışıyor direnenler. Kiraladıkları toprakların parasını ödeyemedikleri için evlerinden atılan yoksul çiftçilerin sıklıkla rastlanan bir durum olduğu günlerde geçiyor hikâye ve zenginler arkalarındaki kilisenin de desteği ile “komünistler”i gerekirse şiddetle ortadan kaldırmaya çalışıyorlar, kendilerine bir tehdit olarak gördükleri için. Bir başka deyişle, Gralton’un etrafında örgütlenenler iki iktidar odağı (zengin toprak sahipleri ve kilise) tarafından tehdit unsuru olarak görülüyorlar ve bu odaklar arkalarına devletin ve dinin gücünü olarak onları yok etmeye soyunuyorlar. Rahibin halka “ya İsa ya Jimmy” diyerek bir seçim yapmalarını istemesi, zenginlerinse polisin gücünü kendi emelleri için kullanması mücadelenin zorluğunu ortaya koyuyor. Gralton’un bir uzlaşma umudu ile gittiği rahibin evinde söylediği “Sözümü geri alıyorum. İnsanları dinliyorsunuz ama sadece önünüzde diz çöktükleri zaman” cümlesi kahramanımızın ne ile karşı karşıya olduğunun bir özeti adeta: Kendi iktidarına sınırsız itaat talep eden ve ancak onu aldığında karşısındakini “dinleyen” bir iktidar sahib(pler)i.

Evet, tüm bunları anlatıyor Laverty – Loach işbirliği ve bir kez daha, söyleyecekleri olan has sanatçıların izlerini taşıyan bir film koyuyorlar önümüze. Bunu yaparken de tüm oyuncu kadrosundan ama özellikle başroldeki Barry Ward’dan büyük destek alıyorlar. Sadece bir devrimci mücadelenin değil, yaşamı “kutsayan”, onun tadını çıkarmayı ihmal etmeyen bir yanı da olan bir mücadelenin kahramanını etkileyici biçimde canlandırıyor hikâye boyunca ve Gralton’un içindeki yaşam sevgisini ve mücadele heyecanını bize aynen geçiriyor. Belki çok özel bir yanı var gibi görünmese de, istemeden geride bırakılmış ve şimdi evli olan eski sevgili ile yapılan dansa tanık olduğumuz sahne de kahramanımızın hayatının bir özeti olması ve Ward ve ona eşlik eden Simone Kirby’nin oyunları ile öne çıkıyor ve kahramanlığın fedakârlıkla nasıl iç içe geçtiğini söylüyor bize. Bunları duyarlı ve başarılı bir şekilde bize geçirmeyi başaran senaryonun bir başka başarısı da yalın içeriği ile İrlanda tarihinde yaşananlardan hiç haberi olmayanların bile rahatlıkla takip edebileceği bir biçimde anlatması hikâyesini. Buna karşılık senaryonun zaman zaman ve aslında galiba amaçlandığı şekilde bir parça düz ilerlediğini ve yeterince heyecan/sürpriz öğesi barındırmadığını da söylemek gerekiyor. Loach’un her zamanki yalın ve gerçekçi anlatımı da yine samimiyeti ile dikkati çekiyor ama sonuçta senaryonun bu problemini aşacak bir yenilik veya farklılık da yaratamıyor.

Halkını seven ve halk tarafından sevilen lider ruhlu insanların yerleşik iktidarlar için her yerde ve her zaman bir “tehlike” olduğunu ve dinin her zaman nasıl da kitleleri ezmek/susturmak/korkutmak için kullanıldığını bir kez daha anlatan film sineması ile çok orijinal görünmüyor ama gerçek hikâyesinin kimi öğeleri (örneğin halkı bölerek yönetenlerin yoksul protestanlar ile yoksul katoliklerin bir araya gelmesinden korktuğuna, etnik/dinsel vb. kimliklerden nasıl ustaca yararlandığına bir kez daha tanık oluyoruz) ile özellikle politik/sosyal/duyarlı sinema düşkünlerinin zevkle izleyeceği bir esere dönüşmeyi başarıyor. Yukarıda sıraladığım birkaç soruna ilave olarak, senaryodaki karakterlerin gerçek bir karakterden çok sembollere dönüşmesi ve hikâyenin bir manifestodan esintiler taşıması gibi pek de önemsiz olmayan problemleri de olan film yine de salonda bir araya gelip Yeats’in bir şiirini tartışan insanların olduğu bir dünyayı ve bu dünyanın kurucusu Gralton’u bize hatırlattığı için de önemini koruyan bir çalışma. İnsanı ve onun gerçeklerini yine yalın bir dille ve sinema oyunlarına girişmeden karşımıza getiren bir Loach filmi, özet olarak.

(“Özgürlük Dansı”)

Route Irish – Ken Loach (2010)

“Sana ne yaptılar dostum, sana ne yaptılar? Elin nerede?”

Irak’ta paralı asker olarak görev yapmış eski bir özel güvenlik görevlisinin, bir arkadaşının Bağdat’ta ölümünün ardındaki gerçekleri bulmaya çabalamasının hikâyesi.

Sosyal ve politik sinemanın başarılı çağdaş isimlerinden Ken Loach’tan yine Paul Laverty’in senaryosunu yazdığı ve bu kez, günümüz dünyasındaki egemen güçlerin artık kendi orduları kadar önem verdiği ve bir çeşit taşeron ordu olarak kullandığı güvenlik şirketleri üzerine bir film. Adını Bağdat havaalanı ile şehrin güvenli bölgesi kabul edilen “Green Zone” arasındaki tehlikeli yola verilen isimden alan film Loach’ın karakteristiklerini taşımakla birlikte onun sinemasında görülmeyen ölçüde bir gerilim ve hatta aksiyon da içermesi ile dikkat çekiyor. Ek olarak, filmin konsantrasyonunu koymayı tercih ettiği alanlarda da sorunlar var gibi görünüyor.

Gençliklerinde Avustralya, Brezilya ve Hindistan gibi uzak ülkelere gezmeye gitmeyi planlayan iki adamın gittikleri yerin Bağdat olması ve oraya gezmeye değil gerekirse savaşmaya gitmiş olmasının çarpıcılığı ile başlıyor film ve arkadaşının ölümünün arkasındaki sırrı çözmeye çalışan Fergus rolündeki Mark Womack’ın güçlü oyununun büyük desteği ile kesinlikle etkileyici bir çalışmaya dönüşüyor. Laverty’nin senaryosu tartışmalı kimi noktaların dışında oldukça güçlü ve kimi (tahmin edilebilir) sürprizleri ile de çekiciliğini artırıyor. Filmi tam bir başarı olmaktan alıkoyan da bu zayıf noktaları ve pek de önemsiz değil bu noktalar. Ölen arkadaşın eşi ile romantizm filmde hayli garip duran bir yan hikâye örneğin ama senaryonun asıl eleştiriye açık yanı genel hikâyenin odaklanılan parçalarının yanlış seçilmiş olması. Bir milyona yakın insanın öldüğü Irak’ta yaşananlara odaklanan hikâyenin bir noktadan sonra nerede ise Fergus’un arkadaşının kişisel intikamının peşinde koştuğu bir içerik alması çok anlaşılabilir bir durum değil. Özel güvenlik şirketinin “şeytanlığı” kesinlikle filmin altını çizdiği bir husus değil ve ölen bir milyon insanın ülkesinde yaşayanların değil oraya giden Batılı bireylerin öne çıkması da rahatsız edici. Senaryo tek bir anında bile kendisi çirkin olan savaşı daha da çirkinleştiren özel güvenlik şirketlerini güçlü biçimde sorgulamıyor. Baş karakterimiz Fergus orada savaşmış olmayı veya orada ne aradıklarını hemen hiç sorgulamadığı gibi daha fazla para kazanabilmek için bir ara kendi güvenlik şirketini de kurmuş birisi. Orada savaşan İngilizlerin travması alttan alta hissettiriliyor ama ölen binlerce insanın yanında bu travma biraz önemsizleşiyor açıkçası. Belki son olarak filmin devletlerin artık savaşı da özelleştirebildiğini, ve ölme ve öldürme işini taşeronlara bırakabildiğini hemen hiç vurgulamamasındaki problemi de söylemek gerek.

Loach’ın filmdeki aksiyon sahneleri elbette Hollywood’un klasik tarzından çok farklı ve karakterlerin ihmal edilmediği bir biçime sahipler; seyircinin gözünü boyamak için değil hikâyeyi anlatmaya katkısı olduğu için ve karakterlerin yaşadıklarının onları nereye sürükleyebildiğini göstermek için oradalar. Filmin Fergus’u bir olumlu karakter olarak gösterme çabasında olmaması, filmin zaman zaman kişisel bir hikâyeye dönüştüğü için azalan sertliğini ve eleştirel gücünü artırarak bu durumun dengelenmesine de yardımı oluyor. Loach burada da karakterlerini Liverpool’dan seçerek ve işsizlik nedeni ile paralı asker olan karakterleri karşımıza getirerek işçi sınıfına bir selam gönderiyor ama “My Name is Joe” veya “Riff-Raff” filmlerindeki kadar güçlü bir selam değil bu. Yine de her Loach filmi sanatçının yüksek sorumluluk duygusunun ve sosyal duyarlılığının sonucu olarak kesinlikle ilgiyi hak eder ve bu da onlardan biri.

(“Tehlikeli Yol”)

Bread and Roses – Ken Loach (2000)

“Bir arada olmamız bana unuttuğumuz bir şeyi hatırlatıyor. Birlikteyken sandığımızdan çok daha güçlüyüz. Daima”

Kaliforniya’da ofis temizlik işinde çalışan Meksika kökenlilerin sendikalaşma hikâyesi.

İngiliz yönetmen Ken Loach’tan yoksulluk, sömürü, liberal ekonomik düzenin kurbanları ve genel olarak sosyal sorunlar üzerine bir film. Hakların ve özgürlüklerin ancak birlikte hareket edilerek elde edilebileceğini savunan film sinemasal özelliklerinden çok savundukları ile dikkat çeken ve bir parça naif senaryosu ile umudu öne çıkarmayı tercih eden bir havaya sahip.

Yoksulluk ve onun neden oldukları filmin hikâyesinin beslendiği ana kaynak olarak görünüyor filmde. Zorunlu olarak başka bir ülkede yaşamak zorunda kalmak, kaçak işçilik, işsizlik ve yüzeydeki refah görüntüsünün arkasındaki sefalet filmin her anında karşımıza çıkıyor. İnsanca yaşamak için katlanılmak zorunda kalınan tacizin her türlüsünden bireysel kurtuluş için muhbirlik yapmaya, daha azı ile yetinecek olanların varlığının neden olduğu verilen ile yetinme zorunluluğundan aşağılanmaya insan onurunu inciten pek çok muamele ve tavır filmde kol geziyor. Bu “trajik” öğeler yeterince güçlü bir şekilde gösteremiyor filmde kendisini ve bunun da iki temel nedeni var. Filme bir şey katmayan, aksine gereksiz bir yumuşamaya neden olan aşk hikâyesi ve yönetmenin filmini belki bir parça daha “eğlenceli” kılabilmek için takındığı hafif tavır.

Filmin iki baş kahramanını canlandıran Pilar Padilla ve Adrien Brody üzerlerine düşeni yapıyorlar ama özellikle dikkat çeken bir başarıları yok oyunculuklarında. Buna karşılık Padilla’nın ablasını canlandıran Elpidia Carrillo çok güçlü bir oyunculuk gösterisinde bulunuyor ve başta “itiraf” sahnesi olmak üzere göründüğü her kareye damgasını basıyor. Onun hikâyesi filmin belki daha da öne çıkarılması gereken kısmı gibi görünüyor ve örneğin “vasat sularda” gezinen bir aşk hikâyesinin yanında çok daha anlamlı duruyor. Sadece ekmeğe değil bu ekmeği kazanırken ve harcarken güllere de sahip olmak isteyen bu yoksul insanların hikâyesini anlatan Loach sanki olmasını umut ettiği bir değişimi/devrimi sunmak istiyor gibi bize. Halklara ve dayanışmaya övgüler düzen filmde direnişçilerin hedeflediklerini elde etmek için kullandıkları yöntemlerin gerçekçiliği ABD için belki tartışılabilir ama Türkiye için “saf bir umuttan” öteye gitmeyeceği açık. Vahşi veya bir başka deyişle vampir kapitalizmin en uç noktalarında yaşayan bir ülkede işçilerin direnişleri için yaptıklarının onları filmdeki gibi göreceli bir mutlu sona kavuşturmayacağı aksine çok daha vahim sonuçlar doğuracağı kuşku götürmez bir gerçek.

Gereğindan fazla yumuşak bir tavır takınılmış olsa da ve “party crash” ile yaratılan çözümlerin gerçekçiliği tartışılır olsa da, taşeronluğun vahameti üzerine çok şeyler söyleyen ve gösteren film sadece birlikte hareket etmeyi önermesi ve dayanışma güzellemesi ile bile kesinlikle ilgiyi hak eden ve Loach’ın sorumlu sanatçı kimliğinin izlerini taşıyan bir çalışma. “Besledikleri, pisliklerini temizledikleri ve her şeylerini hazır ettikleri ama yine de kendilerini görmeyen” insanlara varlıklarını gösterme telaşındaki insanları anlatan bir film kesinlikle ve elbette görülmeli.

(“Ekmek ve Güller”)