Supai No Tsuma – Kiyoshi Kurosawa (2020)

“Utanılacak bir şey yapmadım. Sana yalan söyleyemem, bu yüzden susacağım. Sorma; çünkü cevap vermem gerekecek. Beni tanıyorsun. Bana güveniyor musun güvenmiyor musun?”

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Japonya’da bir kadının yabancı firmalarla kumaş ticareti yapan kocasının müttefik kuvvetler için casusluk yaptığından şüphelenmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Senaryosunu Kiyoshi Kurosawa, Tadashi Nohara ve Ryusuke Hamaguchi’nin yazdığı, yönetmenliğini Kurosawa’nın üstlendiği bir Japon filmi. NHK adındaki Japon devlet televizyonu için çekilen film daha sonra sinemalarda da gösterilmiş ve Venedik’te yönetmenine ödül kazandırmıştı. 1940’da başlayan ve 1945’te sona eren hikâyesi, şüphe ve bunun sonucu olan kıskançlık üzerinden ilerleyen ve zaman zaman Alfred Hitchcock ve Fritz Lang’i sadece öyküsünün içeriği ile değil, biçimsel özellikleri ile de hatırlatması ve eski usul sineması ile ilginç bir çalışma bu. Oyun içinde oyun ve hikâyenin kahramanlarından biri olan kadının sinema oyunculuğu nedeni ile bir bakıma film içinde film olarak da nitelendirebileceğimiz yapıt; eylemden çok, ruh halleri ve onların sonuçları üzerine anlattığı hikâyesi ve yalın yönetmenlik çalışması ile ilgi çekebilecek ama özellikle son bölümlerinde bir sinema filminden çok televizyon çalışması görünümüne bürünmekten de kaçınamamış bir eser.

1940’da Kobe şehrinde Japon güvenlik güçlerinin bir İngiliz ipek tüccarını casusluk suçlaması ile tutuklaması ile açılıyor hikâye. Savaşla birlikte artan milliyetçilikten uzak duran ve artık Batılı kıyafet giymeye hoş bakılmadığı bir dönemde, kocasının amatör filmlerinde oynayan eşi Satoko (Yû Aoi) ile birlikte böyle giyinmeye devam eden Yusaku (Issey Takahashi) iş yaptığı İngiliz adamın kefaletini ödeyerek serbest kalmasını sağlar. Eşinin çocukluktan arkadaşı ve şimdi bir asker olan Taiji (Masahiro Higashide), tavırları ve sözleri ile nedeni zaten şüphe altında olan Yusaku’yu dikkatli olması için uyarır. Hem bu gelişme hem de Yusaku’nun yine bir sinema oyuncusu olan yeğeni ile o sırada Japonya’nın işgali altında olan Çin toprağı Mançurya’ya yaptığı ziyaretten sonra yaşanan şüpheli olaylar karısının onun tıpkı Taiji’nin şüphelendiği gibi casus olduğunu düşünmesine yol açar. Bu kuşkuya karışan kıskançlık kadını kendisinin kontrolü altında olduğunu düşündüğü bir tehlikeli oyunun içine sokar.

Kuşku üzerine kurulu gerilimi ile Hitchcock’u hatırlatan bir film bu ve Kurosawa’nın sinema dili ile örneğin Hollywood’un klasik yıllarına yakın durması da destekliyor bu durumu. Oldukça temiz bir sinema dili tercih etmiş Kurosawa ve hikâyesinin tüm gerilimini kuşku ve karşılıklı oynanan oyunlar üzerine kurmuş. Venedik’te alınan ödül bu bağlamda düşününce çok doğru değilmiş gibi görünebilir ilk bakışta ama aksine, bir yönetmenin aslî işlerinden birinin hikâyesinin seyirciye en iyi ve doğru bir biçimde geçmesini sağlamak olduğunu düşünürsek, çok başarılı bir iş çıkarmış Kurosawa. Teknik gösterilerden uzak durarak; karakterleri eylemleri ve bu eylemlere götüren duyguları üzerinden zarif bir şekilde karşımıza çıkarıyor yönetmen ve bir bakıma bizi yalın bir doğallıkla onlarla birlikte aynı sahneye yerleştiriyor. Sinemaya “Pinku Eiga” (Pembe Film) denen ve softcore çıplaklık içeren filmlerle ve yakuza hikâyeleri ile giren bir yönetmen için buradaki sadelik hoş bir tezat oluşturuyor ve Kurosawa’nın seyirciyi yormayan çalışması hikâyeye tam anlamı ile hizmet ediyor.

Yusaku’nun “Ulusal Üniforma Fermanı”nı aptalca sıfatı ile nitelemesi ve Batılı kıyafetler giymeye devam etmesini eşinin şaşkınlıkla karşılaması ikili arasındaki ilk farklılığa tanık ediyor bizi. Kadın ülkesinde olan bitenlere karşı apolitik ya da halkın genelinde olduğu gibi milliyetçi bir duruş sergilerken, erkeğin Mançurya ziyaretinden sonra daha da artan hümanist tutumu hikâyedeki ilk çelişkiyi yaratıyor. İşlenen bir cinayet ve kurbanın kimliği üzerinden kadında oluşan (ve aslında oluşturulan) şüphe, tereddüt ve kıskançlık görünenin aksine kocası ile arasında gittikçe artan bir mesafe oluşmasına neden oluyor kadının. Son bölümlerinde bir parça fazlalaşan televizyon melodramı havası filmin tadını biraz kaçırsa da, Kurosawa bu gittikçe artan gerilimi incelikle işlemeyi başarıyor. Hikâyenin Mançurya’da Japonlar tarafından işlenen savaş suçlarını ana teması yapması ve dönemin Japon milliyetçiliğini eleştirmesi de dikkat çekiyor olumlu bir şekilde. Kadının oynadığı filmden bir sahnenin gerçek hayatta hemen hemen aynen yaşanması ve yine aynı filmin birkaç farklı sahnede akıllıca kullanılmasını da filmin artıları arasına ekleyebiliriz rahatlıkla.

Tatsunosuke Sasaki’nin epik bir anlayışa da göz kırpsa da, asıl olarak karakterler, objeler ve mekânlara hep yakından ve dürüst bir şekilde bakan görüntüleri (bazı iç çekimlerde, pencerenin dışında adeta patlayan ışığın sağladığı klostrofobiye ve dışarıdaki tehlikeye işaret etmesine dikkat!) ve Ryosuke Nagaoka’nın gerilime zarif bir katkı sağlayan müziğinin de başarıları ile dikkat çektiği filmin kimin hangi niyetle hareket ettiği konusunda seyircide şüphe yaratabilmesi de hayli önemli. Bu sayede karı kocanın karşılıklı oynadıkları oyunun amaçlarındaki belirsizlik, gerilimi ilk şüphe belirdiği andan itibaren güçlü bir biçimde destekliyor. Karşılıklı saklanan sırların ve bu nedenle gittikçe artan güvensizliğin sonuçlarını gösteren hikâye Kurosawa’nın sevdiği temalardan biri olan “küçük/kişisel bir öyküyü daha büyük boyutlara taşıma”nın da örneklerinden biri.

Satoko’nun oynadığı amatör filmin havasının klasikliğinin Kurosawa’nınkini desteklediği filmde böyle bir hikâye için düşük sayılacak bir bütçe ile çalışmış yönetmen ama yaratıcı yöntemlerle ek çekicilikler yaratmayı bilmiş. Örneğin Yusaku’nun ofisindeki depoda geçen sahneler hem ses tasarımı hem de mekânın tekinsiz bir karanlık alan olarak kullanımı ile oldukça başarılı. Kadının oyunculuğu ve kocası ile birlikte evlerinde ya da ofiste yakınlarına ve çalışma arkadaşlarına projektörle film göstermeleri nedeni ile sinema dünyasının içinde olmaları, onların fazlası ile film seyrettiğini ve belki de burada yaşananları bir film öyküsü olarak değerlendirdiklerini düşündürtüyor. Satoko karakterinin kocasının yanında hoş bir figür olmanın ötesine geçmeyecek görünümünün -sonuç ne olursa olsun- süratle değişmesini ve kadının dizginleri ele almasını feminist bir yaklaşım olarak görebileceğimiz filmde iki başrol oyuncusu da sade ve klasik sinemayı hatırlatan performanslar ile rollerinin hakkını vermişler. Mizguchi göndermesinin (onun 1941 yapımı “Genroku Chûshingura“ filmi bir yalanın aracı oluyor hikâyede) ve bir sahnede karşımıza çıkan Sadao Yamanaka filminin de (28 yaşında hayatını kaybeden yönetmenin 1936 tarihli “Kôchiyama Sôshun” adlı yapıtı) sinema temasının öne çıkmasını sağladığı filmde gemi ambarındaki sahne gibi filmin ortalamasının altında kalan ve gerilimi inşa etmek bağlamında kaçırılmış bir fırsat olduğu anlar da var.

Gerilimin artması ve karşılıklı oyunların varlığı ile ikinci bölümde çekicilik artsa da, melodrama kaymalar ve hikâyenin geri kalanında olduğu kadar güçlü olmayan sahneler filmin gücünü azaltıyor ama yine de ve özellikle klasik sinemayı özleyenler için tartışmasız ilginç bir yapıt bu Kurosawa filmi.

(“Wife of a Spy”)