Hotel Lux – Leander Haußmann (2011)

“Her otelde olduğu gibi insanlar geliyor ve gidiyordu. Gidenler genelde gece gidiyordu; onlar için nereye ve neden sorularının anlamı yoktu”

İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde Amerika’ya kaçmayı hedeflerken sadece Sovyet pasaportu bulabilmesi nedeni ile kendisini Moskova’da bulan bir Alman varyete sanatçısının hikâyesi.

Doğu Almanya kökenli yönetmen Leander Haußmann bu komedi ağırlıklı ve zaman zaman hikâyesini anlattığı oyuncunun tarzı gibi bir varyete havasına büründürdüğü filminde Hitler’e ve faşizme de dokundursa da temel olarak hedefini Stalin ve komünizm olarak belirlemiş. Eski usul filmleri hatırlatan ve amaçladığı eğlendiriciliğe de ulaşmış görünen film başarılı setleri ve görsel gücü ile de dikkat çekiyor ama gereğinden fazla şeyi başarmaya soyunması ile zaman zaman aksıyor.

Henüz savaşın patlamadığı ama Naziler’in yahudilere ve komünistlere baskı ve saldırılarının iyice arttığı günlerde başlayan hikâyemiz kahramanımızın bulabildiği bir Sovyet pasaportu ile kaçtığı Moskova’da LUX adlı otelde tıkılı kaldığı sırada yaşadıklarını anlatıyor temel olarak. Kendisi gibi Avrupa’dan buraya kaçıp gelmiş farklı ülkelerden komünistlerle birlikte sığındığı bu oteli senaryoyu da yazan Haußmann Sovyetler Birliği’nin bir sembolü olarak kullanıyor ve komünizmle dalga geçmedik konu bırakmıyor. “Sözde demokratik” toplantılardan, ihanet, korku ve baskının hakim olduğu atmosfere film komünizmi yerin dibine batırmak için aşina olduğumuz tüm gerçekleri sık sık klişelere de saparak kullanıyor hikâyesi boyunca. Filmin özellikle Almanya’da geçen sahnelerinde Hitler’i ve Naziler’i de alaycılığına konu edinen film asıl güçlü silahlarını ise Stalin ve komünistler için saklamış görünüyor. Bu silahlarını kullanırken de Stalin ile kahramanımız arasındaki konuşmaları çevirmekle sorumlu tercümanların akıbetini ve kahramanımızın Rusça’yı öğrenmesi ile bu tercümanların neden rahatladıklarını gösteren sahneler gibi hayli eğlenceli anlar yaratmayı da başarıyor. Komünizmin ülkedeki uygulamalarından hayal kırıklığına uğrayan karakterlerden sonuna kadar ideolojisine bağlı radikallere oteldeki farklı karakterleri karşımıza getiren film ilginç bir yola da başvuruyor. Sadece Hitler ve Stalin’i değil pek çok gerçek karakteri de hikâyesinin küçük veya büyük bir parçası yapıyor. Bu bağlamda, sonradan Doğu Almanya’da Kültür Bakanı olan Johannes R. Becher’den Sovyet Gizli Polisi’nin başındaki Nikolai Yezhov’a pek çok isim hikâyenin parçası oluyor ve böylece özellikle bu isimlere aşina olanlar için ilave bir çekicilik katılıyor filme. Gözden düşen isimlerin fotoğraflardan silinmesi uygulamalarının en meşhurlarından birinin kahramanı olan Yezhov’un bu durumunu anlatan keyifli bir sahne de var filmde.

Sondaki Hollywood ve dolayısı ile ABD övgüsünün yaratıcılarının nerede durduğunu açıkça gösterdiği filmde başroldeki Michael Herbig dozunda tuttuğu enerjisi ile hatta “cool” denebilecek bir performans vererek filme ek bir çekicilik katmış. Yeni bir şey söylemese de hikâyesini akıcı kılabilmesi ile dikkat çeken filmin görsel gücüne de dikkat etmeli. Dönemin kostümleri ve iç mekanlardaki set tasarımları filmin tarihi havasını solumamızı sağlayacak güzellikte. Sovyet tarihinde ve özellikle orada yaşayan Avrupalı komünistler için önemli bir yeri olan Hotel Lux hikâyeye ihtiyaç duyduğu karanlık atmosferi sağlayacak şekilde tasarlanmış ve gerçekten de fareleri ile tarihe geçen bu otelin odaları ve koridorları herkesin bir diğerinden korktuğu, birbirini ihbar ettiği, kısacası güvensizlik ve ihanetin egemen olduğu havası ile Haußmann’ın anlatmak istediğini sıkı bir biçimde destekler hale gelmiş. Bir komedinin kalıpları içinde de olsa sosyalizme sadece abartılı olumsuz yargılarla yaklaşılan filmin, hele de sondaki Hollywood güzellemesi düşünülürse, bu anlamda rahatsız edici olduğunu da söylemek gerek. Tarafsız bir göz Hollywood’un dünya uygarlığına verdiği zararın filmde eleştirilen uygulamaların neden olduğundan daha az olduğunu rahatlıkla söyleyebilir mi, emin değilim açıkçası!

Filmin bir de ciddi kusuru var ki göz ardı edilmemesi gerekiyor. Haußmann filminde çok şeyi anlatmaya soyunmuş; komedi, dram, ve trajedi türleri arasında gidip gelen film onca yoğun dramatik öğelerin üzerine hikâyesinin en zayıf yanını teşkil edecek şekilde bir de romantizmi sokuşturuvermiş. Kahramanımızın aşk hikâyesinin ne nasıl başladığını anlıyoruz (özellikle iki karakter ne oldu da birbirini seven ama didişmeden duramayan bir ikiliye dönüştü anlamak mümkün değil) ne de kahramanımızın kadını yatağa atıp atamayacağı senaryonun çabasına rağmen bir ilgi unsuru olmayı başarıyor. Yine de yeterince sık olmasa da eğlendirebilen, politik alaycılığında hayli kolaya kaçsa da etkili olabilen ve bir parça eskimiş gibi görünse de sinema dilini çekici bir şekilde kullanmayı becerebilen bu film ilgiyi hak eden bir çalışma özetle.

Sonnenallee – Leander Haußmann (1999)

“Hayatımın en güzel yıllarıydı. Çünkü genç ve aşıktım…”

Bir ucu Doğu diğer ucu Batı Almanya’ya ait olan bir caddenin Doğu tarafındaki gençlerin 70’li yılların başındaki hikâyesi.

Doğu Alman kökenli yönetmen Leander Haußmann’ın bu ilk sinema filmi dünya tarihinin en tuhaf olaylarından birini, bir şehrin duvar ile ortasından ikiye bölünmesinin yarattığı durumu, politik göndermeleri de olsa ağırlıklı olarak gençlik, büyümek veya daha doğru bir özetle yasaklarla büyüyen gençlik üzerine odaklanarak ve komedi yanı ağır basan anlatımı ile aktaran bir film. Bir parça fazla göze batan sevimlilik çabası bazen rahatsız edebilir ama film herhangi bir doğrudan eleştiri içine girmeden iki tarafın da komik durumlarını anlatmaya soyunuyor. Bu “tarafsızlık” bile “kazanan” tarafı tatmin etmemiş olmalı ki örneğin Der Speigel dergisi filmi Doğu Almanya’nın gerçeklerini yumuşatmakla eleştirmiş.

Yönetmeninden senaristlerine ve oyuncularına kadar filmin Doğu Alman kökenlilerin üretimi olduğunu belirtmek gerekli öncelikle. Bu da filmin samimiyetinde kendisini göstermiş görünüyor. Sonuçta içeriden bir bakışla üretilen mizah her zaman daha gerçekçi ve elle tutulur oluyor ve dışarıdan bakışın zaman zaman düşebildiği hor gören/tepeden bakışın soğukluğundan da muaf oluyor. Tıpkı filmde sınırın Batı yanında özel olarak inşa edilen yüksek seyir noktalarından Doğu’daki “Kardeşleri” ile dalga geçen Batı Almanyalıların bakışı gibi. Sınır kapısının hemen yanı başında yaşayan gençlerin yaş olarak da erişkinliğin sınırında olması filme iki taraf arasında kalma üzerine bir şeyler söyleme fırsatı veriyor. Batı ile Doğu ve çocukluk ile gençlik arasında sıkışan gençlerin sevimliliğe fazlası ile sığınmış görünen hikâyesinde hemen tüm genç oyuncuların ama özellikle Micha rolündeki Alexander Scheer ve Rolling Stones hayranı arkadaşı Wuschel rolündeki Robert Stadbloer’in oyunları ile öne çıktığını söylemek gerek. Batı’dan Doğu tarafına kaçak olarak getirilen naylon çoraptan kahveye pek çok tüketim malının yanında Batılı rock gruplarının plakları filmin müzik bandını da oluşturarak hikâyede hayli önemli bir yer tutuyor ve örneğin bir karaborsacıdan alınan sahte Rolling Stones albümünün yarattığı hayal kırıklığı sahnesinin çarpıcılığı gibi bölümlere de kaynaklık ediyor.

Düzenin her iki tarafındaki saçmalıkları komediye dönüştüren film hikâyesinin geçtiği yer olarak elbette komedisinin çoğunluğunu Doğu tarafı üzerinden üretiyor ama pahalı arabaları ile Doğu tarafında hava atan Batı Almanya’lı gencin gerçek kimliğinin ortaya çıkmasında olduğu gibi diğer tarafın zenginliğine de dokundurmayı unutmuyor. Yoldan çıkan parti sahnesi gibi keyifli anları da olan film yine de çok da üst bir düzeye oturtamıyor kendisini ve bunda da temel iki neden var: İlki işte o sevimli olma çabası ve buna örnek olan finaldeki sınıra doğru dans ederek yürüme sahnesi gibi sevimli ama kilişe kimi anları, diğeri ise polis tiplemesinde olduğu gibi yine bir takım klişelere fazlaca yaslanması. Özetle, fazla bir beklenti olmadan keyifle seyredilebilecek ve Almanların klasik kaba mizahından uzak durması ile dikkat çeken bu film seyredildikten sonra “Exile on Main Street” albümüne ve örneğin o albümdeki “Tumbling Dice” şarkısına kulak verilmeli.

(“Sun Alley” – “Güneşli Yol”)