Pane, Amore e Fantasia – Luigi Comencini (1953)

“Arkadaş canlısıyım ama evli değilim. Aile kurmak için doğmuşum”

Küçük bir kasabaya komutan olarak atanan bir jandarma başçavuşunun, kasabanın gözde genç kadını, ebesi ve bir jandarma erinin de karıştığı romantik hikâyesi.

Luigi Comencini ve Ettore Maria Margadonna’nın senaryosundan Comencini’nin çektiği bir İtalya yapımı. Senaryosu Oscar’a aday gösterilen ve Berlin Festivali’nde Gümüş Ayı Ödülü’nü kazanan film “Pembe Yeni Gerçekçilik” akımın önemli örneklerinden biri ve hem romantizmi ve komedisi hem de sosyal hassasiyetleri ihmal etmemesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Daha sonra çekilen iki film ile bir üçleme oluşturan bu filmde Vittorio De Sica, Gina Lollobrigida, Marisa Merlini ve Roberto Risso dört ana karakteri keyifle canlandırmışlar. Tanıtımında “Ekmeğin de zamanı vardır, aşkın da ve hayallerin de” ifadesi kullanılan film işte bu üç vazgeçilmez öğe üzerinden eğlenceli ve çekici bir hikâye anlatıyor. Comencini’nin neden “İtalyan usulü komedi”nin ustalarından biri olduğunu çok iyi gösteren bu eser bir başyapıt değil ama yine de İtalyan komedilerinin klasiklerinden biri olarak görülmeyi hak ediyor.

Vittorio De Sica’nın oynadığı Başçavuş Antonio karakterinin sonraki maceralarını anlatan ve ilkini yine Comencini’nin, ikincisini ise Dino Risi’nin yönettiği iki devam filmi çekilmişti: 1954 yapımı “Pane, Amore e Gelosia” ve 1955 tarihli “Pane, Amore e…”. Vittorio De Sica’nın her ikisinde de başrolde yer aldığı bu filmlerin ilkinde Lollobrigida, ikincisinde ise Sophia Loren eşlik etmişti kendisine. Aslında bir dördüncü film daha var: Javier Setó’nun yönettiği ve İspanya – İtalya ortak yapımı olarak çekilen, 1958 tarihli “Pane, Amore e Andalusia”. Bu filmde Antonio karakteri Sevilla’ya gidiyor ve orada İspanyol bir dansçıya âşık oluyor. Dolayısı ile aslında bir dörtlemeden bahsetmek çok daha doğru. Berlin’de aldığı prestijli ödülün yanı sıra sadece ülkesi İtalya’da değil, başta Fransa olmak üzere başka ülkelerde de seyircinin ilgisini toplamayı başarmıştı bu Comencini yapıtı. Gördüğü ilginin temelinde iki başrol oyuncusunun ödüller de alan performansları, hikâyenin ciddiyetini de hep koruyan komedisi ve yakın zamanlara kadar İtalyan sinemasının en popüler ve ticarî filmlerine hep bir şekilde sızmayı başaran sosyal duyarlılıkları içermesinin payı var temel olarak. De Sica daha sonra Peter Sellers’da göreceğimiz tarzda bir oyunculukla karakterini oldukça eğlenceli ve çekici kılmayı başarırken, kasabadaki erkeklerin gözdesi olan “oynak” Maria’yı kariyerinin en sağlam performanslarından biri ile getiriyor karşımıza Lollobrigida ve hem seksî hem içten olmayı becererek karakterini tam da hak ettiği bir şekilde canlandırıyor.

Sagliena adındaki hayalî bir kasabaya gelen Başçavuş Antonio’nun görüntüleri ile açılıyor film. 700 civarında nüfusu olan, sakin bir kasabadır Sagliena ve Antonio buradaki jandarmaların komutanlığını devir alacaktır. Yapacak bir şey olmadığı için erken yatılan bu kasabada bir bekâr olarak Antonio’nun işinin zor olacağını söyler herkes ona ve zaten o da kendisini kısa sürede bir (ya da birden fazla) aşkın içinde bulacaktır. Kasabanın seksî ve yoksul kızı, tüm erkeklerin gözdesi Maria; ona âşık jandarma eri Pietro ve kasabanın ebesi Annarella bu aşk(lar)ın diğer tarafları olacaktır ve hikâye sağlam bir romantik komedi olarak türünün kalıpları içinde ilerleyecek ve yine bu türe uygun bir şekilde sonuçlanacaktır. Filmin başında jandarmaların da (İtalya’da carabinieri olarak bilinen silahlı kuvvetler) bizim gibi insanlar olduklarını, onların da sevip acı çekebildiklerini ama duyguları ile görevleri çeliştiğinde ne yapmaları gerektiğini bilecek bir saygınlıkta olduklarını belirten bir yazı yer alıyor ve seyredeceğimiz hikâye de işte bunun üzerinden ilerliyor baştan sona.

Kasabanın dürbünle gözetleyen meraklı yaşlıları, harap durumdaki evler üzerinden üretilen deprem ve bombardıman esprisinin bir örneği olduğu diyaloglar, bir mucize peşinde koşan ve hemen de inanıveren kasaba halkı, bir yandan görevinin gereğini yapmaya çalışıp diğer taraftan aşkın peşinden koşmayı da ihmal etmeyen başçavuş karakteri, eğlenceli yaşlı hizmetçi vb. farklı unsurları ile eğlencesini hep diri tutuyor film. Bu eğlenceyi elbette bir Yeni Gerçekçi ciddiyetinden uzak ama onun uzantılarını taşıyan bir Pembe Yeni Gerçekçilik’e uygun sosyal bir bakışla da destekliyor Comencini. Başçavuş ile yoksul bir köylü arasında geçen ve filmin de adını aldığı diyalog örneğin, kasabadaki yoksulluğun göstergelerinden biri olarak kullanılıyor. Komutan köylüye “Ne yiyorsun” diye sorduğunda aldığı “Ekmek” cevabı üzerine “Neyle yiyorsun” diyor ve ondan şu yanıtı alıyor: “Hayallerle”. Film yoksulluğu hep hikâyenin odağında tutuyor, komedisine hiç zarar vermeden. Rahibin güneyde toprak sahibi olmak için direnen köylülere övgüyü de içeren sözleri veya Maria’nın ona cevaben söyledikleri (“Ama yoksullar zaten burada da cehennem azabı çekiyor ve küfür, hırsızlık ve çaresizlik yüzünden cehennemden hiç kurtulamıyor”) ve yoksul annelerin kısmet bulmak için yaptıkları planlar hikâyeyi sıradan bir romantik komedi olmanın da ötesine taşıyor hayli alçak gönüllü ölçüler içinde kalsalar da.

Hayalî bir kasabada geçen filmin çekimleri Castel San Pietro Romano adındaki tarihî bir kasabada gerçekleştirilmiş. 2017’de İtalya’nın en güzel köyleri arasına seçilen bu yöre, taş evleri ile İtalya’nın o tipik güzel yerlerinden biri ve 2018’de bu filmin yıldızlarından Gina Lollobrigida’ya fahrî vatandaşlık verilmiş kasaba yönetimi tarafından. Yönetmen Comencini’nin yörenin güzelliğini abartmadan kullanması ve otantik görüntülerle kasabayı hikâyesi için doğal bir mekân yapabilmiş olması filmin artılarından biri olmuş kesinlikle. Eleştirmenler tarafından Yeni Gerçekçilik ile klasik İtalyan komedileri arasında kurulan bir köprü olarak tanımlanan film dedikodusu, eğlencesi ve ilişkileri ile küçük bir yerde yaşamanın tüm karakteristik özelliklerini karşımıza getiren, çok derinlere dalmasa da bir meselesi olduğunu da hissettiren ve eğlenceli bir çalışma sonuç olarak. Hayatta aşk, ekmek ve hayallerin eşit öneme sahip olduğunu fark etmek ya da hatırlamak için de keyifle izlenebilir.

(“Bread, Love and Dreams” – “Aşk ve Hayal” – “Ekmek, Aşk ve Hayal”)

A Cavallo Della Tigre – Luigi Comencini (1961)

“Çinlilerin dediği gibi: Artık kaplanın sırtına çıkmıştım. Tehlikeli olabilir ama üstünden inmek daha tehlikeli; çünkü adamı yer”

Ailesini geçindirebilmek için yaptığı hırsızlık nedeni ile yattığı cezaevinden çıkmasına bir yıldan az bir süre kalan bir adamın hiç istemese de, kendisini hapisten kaçmayı amaçlayan üç mahkûmun planının parçası olarak bulmasının hikâyesi.

Senaryosunu Agenore Incrocci, Luigi Comencini, Furio Scarpelli ve Mario Monicelli’nin yazdığı, diyalogları Incrocci ve Scarpelli’nin kaleminden çıkan ve yönetmenliğini Comencini’nin yaptığı bir İtalyan yapımı. “İtalyan Usülü Komedi” (Commedia all’italiana) olarak adlandırılan filmlerden biri olan çalışma, ödül olarak ceza indirimi alıp hapisten daha erken çıkmayı planlayan saf bir adamın kendisini ihbar ettiği kaçış planının içinde bulmasını anlatan eğlenceli bir komedi. Temposunu ve eğlencesini hep koruyan film, başta Nino Manfredi olmak üzere tüm kadrosunun keyifli performansları ile seyircisini güldürmeyi başarıyor ve bu arada bu tür komediye özgü bir biçimde sosyal meselelere de göndermede bulunuyor zaman zaman. Bu türün ustalarından Comencini ve Monicelli’nin katkılarının hemen hissedileceği film İtalyan sinemasının 1960’lı yıllarından seyre değer bir eğlencelik.

“İtalyan Usülü Komedi”nin ilk örneği olarak Mario Monicelli’nin 1958 tarihli ve “I Soliti Ignoti” (bizde tanındığı adı ile “Toto Gangster”) adını taşıyan filmi kabul edilir. Aslında belli bir türden çok bir döneme verilen bir ad bu; 1950 ve 60’lı yıllarda çekilen, yergi içeren ve çeşitli sosyal meseleleri komedi kalıpları içinde eleştirel bir bakışla ele alan filmler bu ifade ile anılıyor. En başarılı örneklerini Dino Risi ve Monicelli ile birlikte veren Comencini’nin 1961 yapımı bu çalışması hikâyesinin ana kahramanını işçi sınıfından seçerek, ona hiç sahip olmadığı yetenekleri atfeden otoriteyi komedi konusu yapıyor ve onun üzerinden küçük suçlularının yanında dururken, aynı sınıftan olan ama onun aksine suç işleme nedenlerini kabul edilemez bulduğu diğer suçlulara karşı -yeterince eleştirel olmadığı için böyle adlandırılması gereken bir şekilde- tarafsız bir konum alıyor. Her koşulda alt ve orta sınıf karakterlerin hikâyesi bu ve İtalyan sinemasında bugün unutulmuş görünen toplumsal ve sol bir bakışın izlerini taşıyor. Senaristlerden Monicelli’nin ateist, ana karakterlerden birini oynayan Gian Maria Volonté’nin ise politika ile epey içli dışlı ve komünist olarak bilinen biri olmasının da bunda etkisi olmuş olsa gerek kuşkusuz. Açılış jeneriğine eşlik eden ve bir halk ezgisi havasını taşıyan şarkı da (“Bazısı mahpusluğu hapislik gibi görür / Benim için mahpusluk bir tatildir / Bazısı kelepçeyi demir gibi görür / Benim için kelepçe bir altın bilekliktir”) filmin karakterlerini hangi toplumsal sınıftan aldığının bir göstergesi bir bakıma.

Ayakkabısının tabanını sökerek çıkardığı bir kağıda mektup yazan bir adamın sesi ile açılıyor film. Avukatına göndereceği bu mektubu yazan, patronunun parasını taşıdığı çantayı sahte bir soygunda çaldırmış gibi davranarak bu paraya el koyma planı ters gittiği için hapse düşen Giacinto Rossi’dir. Savunmasında kullanması için yazdığı mektup ise aslında bu suçu ile ilgili değil, aldığı cezanın son 10 ayında kendisini içinde bulduğu kaçma planı sırasında yaşananlarla ilgilidir. Sıradan bir halk adamıdır Giacinto ve kendisini ihbar eden balıkçı, suçunu ailesini geçindirmek için işlediğini öğrenince pişmanlık duymuştur bu eyleminden. Film böylece halkın ve onun “küçük suçlar”ının yanında durduğunu baştan belli ediyor seyircisine. Kahramanımız kelimenin her iki anlamı ile saf biri ve Nino Manfredi’nin karakterine ek bir keyif katan sıcak oyunculuğu ile kendi kendinizi -muhtemelen tam da filmin yaratıcılarının hedeflediği şekilde- onun tarafında buluyorsunuz hikâyenin her anında.

Hapisten kaçmayı kafalarına koyan üç müebbetlik mahkumun Giacinto’yu, onu kullanarak cezaevi yönetimini ve seyirci olarak bizleri aldatan planları filme merak ve mizah katan en önemli ögelerinden biri. Planın gerçekte ne olduğunu anlamaya çalışırken Giacinto sıkıntıdan sıkıntıya düşüyor ama bizi de hayli eğlendiriyor ve bu planın aksadığı her an da bu eğlenceye yeni boyutlar katıyor. Kahramanımızı oyuna getiren üç mahkumdan biri olan ve sevgilisi ile bastığı adamı öldüren onur düşkünü adamın (Volonté oynuyor bu karakteri) materyalistler ve Marxistleri eleştirmesini, maden ocaklarında çalışırken silikoz olan bir karakterin zengin bir adam için “Hayır, onunki diyabet; zengin hastalığı” ifadesini kullanması veya aralarında sık sık çatışma çıksa da mahkumların dayanışmalarını hikâyenin toplumsal bakışının örnekleri olarak gösterebileceğimiz filmde Manfredi ve Volonté ile birlikte, Mario Adorf ve Raymond Bussières de oldukça sıkı oyunculuklarla bu komediye gerçekçilik ve sıcaklık katıyorlar ve karakterlerinin yaşadıklarını çekici kılıyorlar seyirci için.

Mizah ile toplumsal eleştiri arasında yeterince iyi bir denge kurabilen film bunların ikincisinde gerektiği kadar ileri gitmiyor aslında; eğer bunu başarabilseydi çok daha güçlü bir sonuç elde edilebilirmiş açıkçası. Bazı mizah sahneleri de hikâye ile yeterince bütünleşmiş görünmüyor ama tüm bunlar filmi seyir keyfinden uzak tutmamalı kimseyi. Bizde Kemal Sunal filmlerini yaratanların (örneğin onun filmlerin bazılarının senaryolarında imzası bulunan İhsan Yüce, Umur Bugay, Atıf Yılmaz gibi isimlerin) mizahın içine toplumsal eleştirilerini yerleştirirken onlara esin kaynağı olan bir sinemadan gelen eğlenceli bir film bu sonuçta.

(“On the Tiger’s Back”)