Düğün – Lütfi Akad (1973)

“Bildiğin orman, şu İstanbul. Ağaç denizi değil, insan denizi. Kolay mı belledin insan denizini yırtıp geçmeyi!”

Urfa’dan İstanbul’a göç eden altı kardeşin büyük şehirde tutunma hikâyesi.

Lütfi Akad’ın “Göç Yolları” üçlemesinin ikinci filmi. İlk film olan “Gelin” ile aynı yıl, 1973’te çekilen filmin yapımcılığını yine, sinemamızın saygın isimlerinden Hürrem Erman üstlenmiş. Görüntüler yine bir başka usta isim Gani Turanlı’ya ait, müziklerde ise Metin Bükey’in imzası var. Üçlemenin değişmez oyuncusu Hülya Koçyiğit’in yanısıra, filmin üçlemenin başka ortak özelliklerini de taşıması dikkat çekiyor. Akad yine bir göç hikâyesi anlatıyor ama ilk filmin aksine İstanbul’a sermayesiz gelen ve bu nedenle ticarete değil seyyar satıcılığa ve triko atölyelerinde işçiliğe soyunan bir aile söz konusu. Film “Gelin”in bir parça gerisinde kalsa da ve klasik Yeşilçam’a bir parça daha yakın dursa da kesinlikle ilgiyi hak eden ve sinemamızın övünç kaynağı eserlerinden biri. Akad yine yalın üslubu ile, yerelliği arka plana atmayan ve seyrederken içinde bulunduğunuz toplumun gerçeklerine dokunduğunu hissettiğiniz bir hikâye anlatıyor 1970’lerin Türkiye’sinden.

Akad’ın üçlemesindeki ortak özelliklerden biri Koçyiğit’in canlandırdığı kadın karakterin hikâyelerdeki baskın varlığı. Düzene hem bireysel hem toplumsal yönlerden karşı çıkan, isyan eden ve “yeni bir dünyanın” peşine düşen hep o oluyor ve bunu hep erkeklere ve o erkeklere boyun eğen diğer kadınlara rağmen yapıyor. Burada da anne ve babanın öldüğü bir ailede, kendisinden küçük beş kardeşine annelik yapmaya ve aileyi bir arada tutmaya çalışan bir karakter var karşımızda. Trajediler de onun sadece “annelik”, ama erkeğine boyun eğen bir annelik rolü içine skıştırılmasından kaynaklanıyor. Finalde “annelik” belki de “babalık” ile yer değiştiriyor ve ilk filmde olduğu gibi burada da umut dolu bir son sunuluyor seyirciye. “Gelin” bize Hz. İbrahim’in oğlunu Tanrı’ya kurban etme hikâyesine göndermelerde bulunarak anlatıyordu derdini. Bu filmde ise üç kutsal kitapta da adı geçen Hz. Yusuf’a göndermelerde bulunuyor Akad kendi yazdığı senaryo ile. Kutsal metinlere göre kardeşlerinin kıskandığı için kuyuya attıkları Yusuf burada ailenin en küçüğü olan oğlana adını vermiş. Kardeşlerin kendi çıkarları için Yusuf’u gözden çıkarmalarının bir güncel karşılığını üretiyor burada Akad. Yönetmen “Işıkla Karanlık Arasında” adlı otobiyografisinde bu filmine değinirken büyük şehirde tutunmaya çalışan karakterleri için şunları yazıyor: “… fakat tutunmak için birbirlerini de yemek zorundalar. Tutunmak için birbirlerinin etini rahatlıkla yiyorlar”. Filmin anlattığı da tam olarak bu gerçekten: Ayakta kalabilmek için birbirlerinin etini yiyen insanlar. Tıpkı sonsuz bir açlığın pençesine düşmüş insanlar gibi vahşileşen ve birbirlerini yemeye başlayan karakterleri getiriyor karşımıza Akad. Bunu yaparken de kitabında belirttiği gibi “İnsan eti yemekle, emeğini yemek arasında bir fark yok” diyor seyircisine.

Akad filmine açılıştaki Urfa sahneleri ile ve sonra da İstanbul’un sokaklarında ve meydanlarındaki seyyar satıcılık sahneleri ile bir belgesel tat da katmış. Özellikle açılış sahnesinden asıl hikâyeye geçiş biraz ani olmuş görünüyor açıkçası ama Akad’ın içindekini dökebilmek için önemli bu kareler. Yoksulluğun insanlara sunduğu tek seçenek olan sokak satıcılığından çarpıcı kareler yakalıyor Akad bu sahnelerde, hem Urfa hem istanbul için. Akad’ın zaman zaman aksadığı bir başka nokta ise Koçyiğit karakterinin anaç sevecenliğini fazla kullanması ve bu anlamda da Yeşilçam’a gereğinden yakın durması olmuş. Kadının kardeşleri için terk etmek zorunda kaldığı Urfa’daki sevdiği ile ilişkisinden kaynaklanan hüzün ve sonraki dayanışma ve birlikte mücadele de daha iyi işlenebilirmiş gibi duruyor. İkili arasındaki aşk sıkı bir kırık aşk hikâyesine kaynaklık edebilirmiş ama bunun ucundan dönmüş yönetmen.

Gelin” ticaret ile işçiliği karşılaştırıyordu bir bakıma ve Akad burada da inşaatta çalışmaya başlayan karakter üzerinden benzer bir karşılaştırma yapıyor ve seyyar satıcılık yapan karakterlerin inşaatta çalışmayı küçümsediğini gösteriyor bize. İki filmin bir karşılaştırmasını da hikâyelerin yaşandığı ortamları referans alarak yapmak mümkün. İlki daha içe dönük bir filmdi ve Akad bunu hem ağırlığı iç sahnelere vererek hem de ailenin içine kapanık yaşaması ile anlatmıştı. Bu filmde ise ağırlık dış sahnelerde ve ailemiz her ne kadar sonu hep trajediler ile dolu olsa da daha dışarıya açık bir hayat sürüyor. Üçüncü film “Diyet” ise fabrikada işçi olarak çalışan karakterleri üzerinden çok daha dışarıya dönük bir film olarak öne çıkacaktı üçlemenin son filmi olarak.

Akad’ın sinemanın parlak sayfaları arasında yer alan üçlemesinin bu ikinci filmi görülmesi gerekli bir çalışma. Yönetmenin sade üslubu ile karşımıza getirdiği büyük şehirde tutun(ama)ma hikâyesi ise o yılların Türkiye’sinden karşımıza getirdiği benzersiz resimlerle ülkenin tarihi için de çok şey söylüyor kesinlikle.

Gelin – Lütfi Akad (1973)

“İstanbul dediğin, insan denizi”

Hasta küçük çocuğu ve kocası ile birlikte Yozgat’tan kocasının ailesinin yanına, İstanbul’a gelen bir kadının hikâyesi.

Lütfi Akad’ın 1973-1974 yılları arasında çektiği üçlemesinin (diğerleri “Düğün” ve “Diyet”) ilk filmi. Akad’ın “Işıkla Karanlık Arasında” adlı otobiyografik kitabında “Göç Yolları” başlığı altında anlattığı bu üç film hem Türk sinemasında ortak bir tema etrafında çekilen filmlerin ilk örneği olması ile hem de genel olarak filmlerin düzeyi nedeni ile özel bir yerde duruyor. Vahşi bir ormana benzettikleri İstanbul’da ayakta kalabilmek için saptıkları yolların ve kaybettikleri değerlerin sıkıştırdığı insanları ele alan üçlemenin bu ilk filminde Akad sinemamızın övünç kaynağı eserlerinden birine imza atmış. Gani Turanlı’nın görüntüleri, zaman zaman abartılı kullanılsa da Yalçın Tura imzalı müzikleri, oyunculuklar ama tümünden önce Akad’ın yalın ama güçlü sinema dili ile mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma bu.

Alim Şerif Onaran’ın kendisi ile yaptığı uzun röportajı içeren ve yönetmenin adını taşıyan kitapta Akad
İstanbul’a göç edenleri “…Gelirken bir ormana geldiklerinin bilinci içinde geliyorlar. Ve bir ormanda yaşamanın kurallarına uyuyorlar. O zaman yırtıcı ve kırıcı oluyorlar” diye tanımlıyor bu film hakkında konuşurken. Akad kendisine ait olan senaryoda ayakta kalmak, yükselmek ve daha fazla kazanmak uğruna sadece yırtıcı ve kırıcı olmakla kalmayıp, kendileri de gerçekten vahşileşen bir aileyi ele alıyor benzersiz ve çok iyi çizilmiş karakterler eşliğinde. Bir yandan yereldeki doğru/yanlış geleneklerini muhafaza eden (hasta çocuğu doktora götürmek yerine okuyup üfleyerek iyileştirmeye çalışmak, aile içinde koşulsuz bir dayanışmaya girmek, dini değerleri korumak) ama öte yandan gerektiğinde bu değerlerin tam tersi yönünde hareket edebilen ailenin yürek parçalayıcı bir hikâyesini karşımıza getiriyor Akad. İstanbul’a gelen ama gecekondularının avlusundan nerede ise hiç ayrılmadan yaşayan kadınlar (“Evden çıkmadıktan sonra gök aynı gök”), geleneklerindeki paylaşmayı unutup tek bir zeytin tanesinin hesabını yapmaya dönüşen erkekler ve tümü bir yandan büyük şehire açılmaya çalışırken öte yandan daha da büyük bir hızla içine kapanan bireyler. Yaşadıkları yozlaşmanın en bariz örneği olarak, bakkalında oğlunun içki sattığını bilmemezliğe gelen hacı baba karakteri hikâyenin temel derdini de ortaya koyuyor aslında. Hızla yozlaşan ama bunun üzerini kendisini de ikna edecek şekilde ustalıkla örten bireyleri anlatıyor filmimiz.

Akad hikâyede köyden gelip sadece almak ve satmak üzerine kurulu ve toplumsal açıdan bir artı değer yaratmayan ticaret işinin peşine düşen bu ailenin karşısına biraz şematik çizilmiş görünen başka bir aileyi koyuyor. Her ikisi de fabrikada işçi olarak çalışan, erkeğin bıyıklarından solculuğunu anlayabileceğimiz, kadınınsa giyim kuşamı ve hayata bakışı ile açık fikirliliğini hissettirdiği iki kişilik bir aile bu ve tüccar ailenin tersine üretimin gücünü ve “kutsallığını” temsil ediyorlar hikâyede. Akad idealize ettiği bu aileyi filmin finali ile de uyumlu bir biçimde örnek olarak gösteriyor seyircisine ve köyden kente göçün doğru rotalarından biri olarak sergiliyor. Akad’ın senaryosu, evet zaman zaman Yeşilçam’ın melodram havalarının izini az da olsa taşıyor görünüyor ama bu üzerinde durmaya değmeyecek kadar soluk bir iz açıkçası. Öyle ki filmin trajedisinin temasının önüne geçmesine izin vermeden, sadece hikâyenin derdini daha açık anlatabilmesine aracılık etmesini sağlamış bile denebilir senaryo için.

Hülya Koçyiğit’in aksamadan ve hiçbir zaman altına düşmediği çizginin sık sık üzerine çıkarak sürüklemeyi başardığı filmde diğer oyuncular da klasik Yeşilçam oyunculuklarından hemen tamamen sıyrılmayı başarmışlar ve filmin yalın ve güçlü sesine katkıda bulunmuşlar. Aynı yıl oynadığı “Canım Kardeşim” filminde olduğu gibi burada da hasta bir çocuğu yine başarı ile canlandıran çocuk oyuncu Kahraman Kıral ise ayrı bir selamı hak ediyor. Filmdeki başarısında elbette onu filmin tüm sadeliği ve doğallığının bir parçası yapmayı başarmış Akad’ın ciddi bir payı olsa gerek. Yönetmen bir melodramın abartılı parçası olabilecek tüm sahneleri seyircisine adeta “sizi ağlatmak için değil, düşündürmek için gösteriyorum tüm bunları” tavrı ile sergilerken, Kıral’ı da etkileyici bir araç olarak kullanmayı başarıyor.

Ve Akad’ın mizanseni ve Gani Turanlı ile birlikte oluşturduğu, her türlü süsten arındırılmış görüntüleri. Yönetmen otobiyografisinde “Orta mesafedeki boy çekiminde olmalarına karşın oyuncularımın daha yakınımızdaymışlar gibi varlıklarını duymak istiyordum. Böylece, dramatik gerilimi, birilerine bakan oyuncuların kısa baş çekimleri yerine, üslubuma uygun sahne düzenlememle, dramı, oyuncular arasına düşmüş bir titreşim olarak duyurmayı tasarlıyordum“ diye özetliyor bu filmdeki tarzını ve daha önce başka hiçbir görüntü yönetmeninden alamadığı bu sonucu kendisine sağlayan Turanlı’ya övgüler yağdırıyor. Sinemamızda Akad gibi yaptığı işe saygı duyan, onun üzerine kafa yoran ve derdini bu tür cümlelerle ifade edebilen kaç yönetmen olduğunu düşününce, yönetmenin Yeşilçam’ın o zor koşullarında ürettiği her esere bir kez daha saygı duymak gerekiyor kuşkusuz. Alıntılan bu ifadesindeki arzusunu tam anlamı ile yerine getirdiğini ve o titreşimi seyircinin yüreğinde tam anlamı ile hissettirdiğini söyleyelim yönetmenin. Akad sık sık başvurdğu orta mesafedeki boy çekimleri ile gerçekten de seyirciyi hikâyenin içine çekmeyi başardığı gibi, onu belli bir mesafede tutmayı da becererek karakterlerle özdeşleşmenin dozunda kalmasını sağlamış kesinlikle. Akad bir alkışı da kurşun dökme sahnesi için hak ediyor. Burada nerede ise fantastik sinemadan kareler gibi görünen anları, biçimsel olarak filmin genelinden bu kadar farklı olmasına rağmen doğallığı etkilemeyecek ve hiçbir ucuz numara etkisi yaratmayacak şekilde kullanmış kesinlikle yönetmen.

Tümünde baş karakteri Hülya Koçyiğit’in oynadığı üçlemenin bu ilk filmi aslında en çok öne çıkanı da oldu sinemasal değeri açısından. Üçlemenin diğer iki filmi ve bir başka filmden sonra Akad sinemamıza başka bir katkı sağlama imkânı bulamadı ama TRT için yaptığı ve Faruk Erem’in “Bir Ceza Avukatının Anıları” adlı kitabından uyarladığı filmlerle hem biçim hem içerik olarak, Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden uyarladığı eserlerle ise biçimsel olarak televizyonumuzun yüz akı örneklerini verdi. Özetle, “Gelin” Türkiye sinemasının tarihi açısından çok önemli olan ve yetenekli bir sinemacının gözünden ve kaleminden bizlere yansıyan güçlü bir çalışma. Görülmeli.

Yaralı Kurt – Lütfi Akad (1972)

“Sezgisi olmazsa orman hayvanı sağ kalmaz”

Tuzağa düşürülen bir kiralık katilin intikam hikâyesi.

Türk sinemasının ilk büyük ustalarından Lütfi Akad’ın 1972 tarihli bu filmi Graham Greene’in 1936 tarihli “This Gun for Hire” adlı romanından Selim İleri tarafından senaryolaştırılan bir çalışma. Akad’ın en iyileri arasında olmasa da film büyük ustanın dokunuşundan izler taşıyan ve çeşitli özellikleri ile Türk sinemasının klasik anlayışından uzakta duran bir eser ve üzerinden geçen kırk yılın ardından bir şekilde taze kalmayı başarmış görünüyor. Greene’in romanı 1942’de Frank Tuttle tarafından da sinemaya uyarlanmış ve ortaya sinemanın başarılı kara filmlerinden biri çıkmıştı. Akad’ın filmi belki o denli “kara” görünmüyor ama kimi ayrıksı özellikleri ile dikkat çekmeyi başarıyor.

80’lere kadar Türk sinemasının yabancı edebiyat ve sinema eserlerinden telif haklarını hiç umursamadan esinlenmesi doğal bir durumdu. Bu film de jenerikte belirtmeye gerek duymadan Greene’in romanını ve hikâye boyunca başta “Godfather” filminden alınanlar olmak üzere kimi yabancı film müziklerini çekinmeden kullanıyor. Klasik Yeşilçam sinemasının bu doğal alışkanlıkları bir kenara bırakılırsa filmin yaratıcılarının takdir edilmesi gereken pek çok yönü var. Yaratıcıları deyince de öncelikle yönetmen Akad’a eşlik eden, yapımcı Hürrem Erman ve görüntü yönetmeni Gani Turanlı’dan da söz etmek gerek. Gelin-Düğün-Diyet üçlemesini Türk sinemasına armağan eden bu üçlü sadece bu filmler ile bile sinema tarihimizin müstesna bir yerini hak etmiş olan isimler. Akad’ın biyografisi “Işıkla Karanlık Arasında” kitabında anlattığına göre Hürrem Erman’ın ondan bir Cüneyt Arkın filmi çekmesini istemesi ile başlamış filmin macerası. Akad kitapta filmi anlatırken Arkın’ın oyun gücüne özel bir yer veriyor ve filmdeki başarılı bölümlerinden biri olan kiralık katilin kendi vücudundan kurşun çıkarma sahnesindeki oyunculuğunu nefes almadan izlediğini yazıyor. Gani Turanlı’ya da özel övgüleri var yönetmenin bu film için.

Akad’ın her filmine, Orhan Gencebay ile çektiği “Bir Teselli Ver” filmine bile, gösterdiği özen ve işini yaparken eserine öncelikle kendisinin saygı duymasının izleri bu filmde de bolca var. O dönem sinemamızda eşine az rastlanır bir şekilde çekimlerin ağırlıklı olarak dış mekanlarda yapılması, Arkın’ın sinemamızın jönlerinin pek yapmadığı bir şeyi yaparak bir kötü kahramana hayat vermesi ve belki de kahramanın bu olumsuzluğundan da kaynaklanan bir tercih ile kameranın genellikle genel planlar ile çalışarak bir özdeşleşme havasından uzak durması örneğin, Akad’ın doğal sinema duygusunun sonuçları olarak görünüyor. Arkın’ın bu kötü kahramanlığı aslında epey cüretkâr bir tercih oyuncu için. Hırpaladığı bir emlakçının kalp krizi geçirip ölmesi veya masum bir yaşlı kadına silah çekmesi bir yana karakterinin eninde sonunda bir kiralık katil olması kendi başına yeterli, kahramanın kötülüğünü açıklamak için. Arkın’ın film boyunca oldukça az konuşması bile, kötülüğünü doğrulamak için senaryoya yedirilmiş gibi görünen “Godfather” filminin müziği eşliğinde çocukluğun anlatılması gibi gereksiz anlar bir yana bırakılırsa, filmin farklılığının bir göstergesi.

Adının “Yalnız Kurt” olması da yadırganmayacak bu film, yaşadıklarının sonucunda güven ve hatta vicdan duygusunu yitirmiş görünen bir adamın karanlık hikâyesini eli yüzü hayli düzgün bir şekilde anlatmayı başaran bir çalışma özetle. Ahmet Mekin’den Yıldırım Önal ve Kerem Yılmazer’e sinemamızın güçlü oyuncularının da yer aldığı film Yeşilçam’ın kayda değer çalışmalarından.