Duvidha – Mani Kaul (1973)

“Cin yeni damadın her bir hareketini dikkatle gözledi ve şöyle düşündü: Onun görünümüne bürünsem ve yarın köyüne gitsem ne olur? Beni beş yıl boyunca kimse sorgulamaz. Hatta gelin bile farkı anlamaz”

Yeni evlenen genç bir kadın, onun para hırsı ile evlilikten hemen sonra beş yıllığına başka bir şehre giden kocası ve kadına âşık olup kocasının görünümüne bürünen cinin hikâyesi.

İtalyan Yeni Gerçekçilik akımından etkilenerek ortaya çıkan ve ülkesinin anaakım sinemasına alternatif olan “Paralel Sinema”nın örnek isimlerinden biri olan Mani Kaul’un yönettiği bir Hindistan yapımı. Pek çok roman ve hikâyesi sinemaya ve tiyatroya uyarlanan Vijaydan Detha’nın bir halk masalından esinlenen hikâyesinden yola çıkan senaryosunu da Kaul’un yazdığı film masal havasını çağdaş bir söylemle karşımıza getiren hayli ilginç bir çalışma. Feminist söylemi ile de dikkat çeken çalışma görsel dili ile göz kamaştıran bir çekiciliğe sahip.

Hindistan’ın kuzeyindeki Rajasthan eyaletinde geçen hikâye (ya da masal) çok farklı bir hava taşıyan görsel çalışması ile ilgiyi hak ediyor öncelikle. Sabit görüntülere (fotoğraflara) sık sık başvuran film bir masalı fantastik öğeleri öne çıkarmaktan özenle sakınarak anlatıyor farklı görsel tercihleri ile. Bir Hint halk melodisinin eşlik ettiği açılış jeneriği ile bu farklılığı daha ilk anlarında çıkarıyor seyircinin karşısına yönetmen Mani Kaul. Geleneksel kırmızı kıyafeti ile bir duvarın önünde oturan bir kadının fotoğrafı ile başlayan film, ardından bu fotoğrafın daha yakın plan bir versiyonu ile devam ediyor. Elle yazılmış gibi görünen jenerik yazılarının arasında yine kadın fotoğrafları çıkıyor karşımıza. Kaul ve ilk kez bu görevi üstlenen görüntü yönetmeni Navroze Contractor hikâye boyunca zaman zaman bir resimli romanı (hatta fotoromanı) çağrıştıran bir görsellik ile seyirciyi bir masala ama çağdaş bir anlatımla taşıyorlar. Bir dış sesin sık sık bir masalı anlatır bir eda ile araya girerek görüntülere eşlik ettiği filmde karakterler çok fazla konuşmuyor ve arada seslerini duyduğumuzda ise ya bir fotoğraf gösteriliyor seyirciye ya da hareketli olsa bile görüntü, karakterin kendisini konuşurken göstermiyor film. İlginç bir şekilde Mani Kaul bu yaklaşımı ile en ufak bir yapay görünüm yaratmadığı gibi, bir üslupçuluğun peşinde olmadığı da çok açık. Doğuya özgü büyülü bir sessizlik içinde anlatılan hikâye için çok ilginç ve farklı bir görsel tercihte bulunmuş yönetmen ve ortaya takdiri hak eden bir sonuç koymuş.

Sık sık karakterleri yukarılarındaki bir noktadan görüntüleyen kameranın konumu ile seyirciyi “Tanrı”nın yerine koyup tanık olduklarını yargılamasını istiyor sanki yönetmen. Bu tercihin bir örneği olduğu gibi kamera açılarını filmin dilinin önemli bir aracı olarak kullanmışlar Kaul ve Navroze Contractor ikilisi. Her bir kare -ister bir fotoğraf olsun bu, ister bir hareketli sahnenin tek bir karesi- özenle yaratılmış hem kameranın konumu hem de onun görüş alanı içine aldığı nesneler açısından değerlendirildiğinde. Karakterlerin ellerine, yüzlerine ve ayaklarına, bazen de nesnelerin bir bölümüne (bir elbisenin cebi, bir ağacın gövdesi, yağmur damlaları, bir kağnının tekerleği vs.) odaklanan kamera bizi günlük hayatın içindeki ayrıntıları kaçırmamaya da davet ediyor devamlı. Bir masal anlatsa da; fantastik olanın değil, folklorik olanın peşine düşen filmin görsel estetiğini bir halk resmininki ile örtüştürmek mümkün kesinlikle ve bu açıdan pek çok eleştirmenin belirttiği gibi Gürcü yönetmen Sergei Parajanov’u hatırlatıyor bu estetik anlayışı ile. Hint kültüründe kutsal kabul edilen banyan ağacının hikâyedeki yeri ve görsel olarak kullanımı da bu estetik anlayışın bir başka örneği.

Film feminist bir bakışın izlerini taşıyor ve kadının toplum içindeki konumuna da değiniyor. Kadının, evine götürdüğü eşini para hırsı nedeni ile beş yıllığına terk eden adamın kendisine sabretmesini ve baştan çıkarılmaya karşı dikkatli olmasını söylediği sahnede ve finaldeki sessiz ve kabullenilmiş mutsuzluğundan kızların -erkeklerin aksine- çok erken evlendirilmeleri ile ilgili sitem dolu sözlerine hikâye boyunca kadının yaşadıklarını ve hissettiklerini öne çıkarıyor film. Sadece zorunlu hissedildiğinde başvurulmuş görünen diyaloglar dışında hayli “sessiz” olan filmde kocanın karısının meyve sevgisine yaklaşımındaki değişiklik de (“Sadece köylüler yer bu meyveyi” yaklaşımı yerini “Sonuçta karım seviyor bu meyveyi” ifadesine bırakıyor) ve cinin kendisine daha başta tüm gerçeği söylemesine rağmen kadının aldığı karar da (kendisini terk eden ve seven bir adam ile kendisini seven ve yanında olan bir adam arasında karar vermek ve bunun sonuçlarını göze almak) yine aynı bakışın sonucu olarak yer alıyorlar hikâyede. Finalin gerçekçiliğinin de desteklediği ve anlamlı kıldığı bir bakış bu kuşkusuz.

Karakterlerin renkli kyafetlerle beyaz duvarların önünde görüntülendiği ve sarı, kahverengi, kırmızı ve turuncu renklerin kontrast yaratacak şekilde etkileyici bir şekilde kullanıldığı filmde kadının hamile olduğunu anladığımız sahnedeki yalın güzellik anlayışı tüm hikâyeye damgasını vurmuş. Bir aşk masalını (“Aşkı ve muhabbeti tüm zenginliklerin üzerinde görüyorum”) kendine özgü bir üslupla anlatan bu film Hindistan sinemasının genelinden oldukça farklı ve ilginç bir sinema yapıtı olarak, görülmeyi hak ediyor. Son bir not olarak, ilk sinema çalışmasındaki Ravi Menon’un (damat) ve yine ilk (ve aynı zamanda tek) sinema çalışması ile Raisa Padamsee’nin (gelin) abartıdan uzak performansları ile filme önemli birer katkı sunduklarını ekleyelim.

(“Undecision”)

Uski Roti – Mani Kaul (1970)

“Bu yemeği Sucha Singh’e vermek için geldim. O benim kocam”

Otobüs şoförü olan kocasına yemeğini verebilmek için her gün yol üzerinde onu bekleyen, bir yandan kocası ile bozulan ilişkisini düzeltmeye çalışırken diğer yandan da kız kardeşini köydeki erkeklerden korumaya çalışan bir kadının hikâyesi.

Hindistan’da 1950’li yıllardaki “Nai Kahani – Yeni Öykü” akımının öncülerinden olan yazar Mohan Rakesh’in aynı adlı öyküsünden uyarlanan bir Hindistan yapımı. Yönetmenliğini Mani Kaul’un üstlendiği filmin senaryosunu Kaul öykünün yazarına ait diyaloglar ile oluşturmuş. Geleneksel anlatımdan farklı bir dili olan ve bilinen anlamda bir hikâyesi olmayan filmler çeken yönetmen belgesellerin de yer aldığı filmografisindeki filmlerinin bir kısmını “şiirsel belgesel” olarak tanımlayan bir sanatçı. Onun “Paralel Sinema” olarak adlandırılan ve Hindistan sinemasının danslı şarkılı içeriklerini ret eden akımın örneklerinden biri olan bu çalışması akımın kimi özelliklerini (sembolik bir anlatım, ülkenin sosyopolitik atmosferine değinen bir hikâye ve ciddî bir yaklaşım) taşıyan yaklaşımı, minimalist dili ve içeriği ile sıradan seyirci için değil kuşkusuz; ne var ki has bir sinemasever için kesinlikle ilgiyi hak eden, farklı, dürüst ve ilginç bir yapım.

Mani Kaul ilk yönetmenlik çalışması olan bu filmi 25 yaşında çekmiş ve Fransız sinemacı Robert Bresson’u hatırlatmış pek çok eleştirmene. Tümü ilk kez bir filmde rol alan (bir kısmının da tek filmleri olmuş bu) oyuncularla çekilen, çok az diyalog kullanılan ve bilinen anlamda bir öykü anlatmanın peşine düşmeyen bu çalışma özellikle güzel görüntüler peşine düşmemesine rağmen, bir şiirsel atmosferi de hep koruyan kamera çalışması ile de değer taşıyor. Kaul 1994 yılındaki bir röportajında filmine yaklaşımını şöyle ifade etmiş: “Bu filmi yaparken, gerçekçi bir geliştirme sürecini tamamen ortadan kaldırıp, tıpkı bir ressamın resmini oluşturmasında olduğu gibi çalışmak istedim”. İngiliz film eleştirmeni Derek Malcolm da film için şu cümleyi kurmuş: “Bu film tam bir hikâye anlatmak yerine, sessizlik, ruh durumu ve hayal etme(tasvir etme) ile ilgileniyor”.

Rutan Laal isimli müzisyenin çaldığı geleneksel Hint müzik aleti “santoor”dan çıkan melodilerin eşlik ettiği film bir beklemenin ve beklemekte inat etmenin hikâyesini anlatıyor bize. Haftada bir evine gelen kocasına günlük yemeğini (geleneksel Hint ekmeği olan roti) verebilmek için her gün otobüs durağına gelen ama ya kocasının gelmemesi ya da gelse bile kendisine soğuk davranarak yemeği almayı ret etmesi nedeni ile hayal kırıklığına uğrayan bir kadın filmin ana karakteri. Siyah ve beyaz olarak çekilen filmde, kendisine ihanet ettiğini düşünmeye başladığı kocasını -tüm anlamsızlığına rağmen- bekleyen bu sessiz kadının hikâyesini kameranın arkasındaki K.K.Mahajan’ın ilginç ve çarpıcı bir şekilde hem doğal hem farklı olmayı başaran görüntüleri ile anlatıyor Mani Kaul. Ellere, ayaklara ve yüzlere sık sık yakın planlarla yaklaşan kamera kendi kız kardeşinin “Eve sadece haftada bir geliyor. Diğer günlerde ne yapıyor?” sorusu ile hakkındaki şüphelerini ima ettiği kocasını inatla bekleyen kadının bunu yapmasının nedenini doğrudan söylemiyor bize ama dolaylı olarak ima ediyor. Kocasının sinirli yapısını bilen ve buna uygun davranmaya çalışan kadının boyun eğmesi, onun parasına ihtiyacı olduğunu ima etmesi ve kız kardeşini taciz eden köylüye karşı kocasının gücünden medet umması bize hikâyenin kadının toplum içinde erkek karşısındaki konumunu ve ona bağımlılığını etkileyici bir şekilde aktarıyor.

Kameranın zaman zaman aniden tempo değiştirmesi, özellikle konuşmasız anlarında bir sessiz sinema estetiği yakalaması, kimi anların veya sahnelerin tekrarlanması ve konuşmalı bir sahnede sesin kesilerek seyirciye satoordan çıkan müziğin dinletilmesi gibi farklı tercihleri ile ne gösterdiğinden çok, nasıl gösterdiğine odaklanan bu film gerçekten ilginç bir çalışma. Sahnelerin tekrarlanmasının da etkisi ile daha kısa bir sürede anlatılabilir gibi görünse de hikâye, o şiirsel atmosferi, sessizliğin içindeki gürültüyü ve toplumsal baskının yükünü hissettirmek için ihtiyacı varmış filmin sahip olduğu süreye. Geleneksel anlatımı ve olay örgüsünü ret eden ve seyircinin konsantrasyonunu isteyen (Kaul’un kendisi filmi için, “Beklemek hakkında bir film bu; kasıtlı olarak yavaş bu nedenle”) bu film sadece Hindistan sineması için değil, dünya sineması için de önemli olan bir yönetmenin yalnızlık, hüzün ve içine kapanmak zorunda kalmanın sonuçları üzerine anlattığı bir hikâye. Erkeklerin dışarı çıkabildiği, nefes alabildiği ve sosyalleşebildiği ama kadınların kendi içlerine dönmek zorunda kaldığı, nefessiz kaldıkları ve yalnızlıkla başbaşa yaşadıkları tüm toplumların resmini görebilmek için de bir fırsat.

(“His Daily Bread”)