Vincere – Marco Bellocchio (2009)

“Ona ilk inanan bendim. Bugün bulunduğu yerdeyse, bana da bir teşekkür borçlu”

Faşist İtalyan lider Mussolini’nin ilk eşi olduğunu iddia eden bir kadının ve ondan olan oğlunun bu iddiayı ispatlama çabalarının hikâyesi.

Gerçek olaylara dayanan film çekildiği tarihte yetmiş yaşında olan ünlü İtalyan yönetmen Marco Bellocchio’nun hayli dinamik bir çalışması. Bu yılki Venedik film festivalinde onur ödülü alacak olan yönetmen 1965 tarihli ilk uzun metrajlı filmi “Pugni in Tasca” (Cepteki Yumruklar) ile dikkat çeken ve çoğunlukla politik duyarlılığı yüksek eserler üreten bir isim oldu sinema dünyasında. Bu filmde ise İtalyan tarihinin en önemli figürlerinden Mussolini’nin özel hayatı ile ilgili uzun süre sır olarak kalan ve ancak 2005’te üzerindeki sır perdesi aralanan bir hikâyeyi sinemaya aktarırken bu diktatörü ikinci planda tutarak Ida Dalser adlı kadına ve oğluna ve kadının yıllar süren kendisini Mussolini’ye ve çevresine kabul ettirme çabasındaki trajediye odaklanıyor.

İtalyan sosyalist hareketinin önemli figürlerinden biri olarak parladığı politikada daha sonra İtalyan faşizminin kurucularından biri olan Mussolini daha 1900’lerin başında Tanrı’ya meydan okuduğu toplantıda gösterildiği gibi müthiş demagoji yeteneği ile süratle liderliğe tırmanan ve filmde de zaman zaman yer verilen gerçek görüntülerde gösterildiği gibi milyonları peşinden sürüklemeyi başaran bir liderdi. Filmde örnekleri verilen kimi Makyavelist yaklaşımlar ile yolunda ilerlerken tanıştığı ve kendisine özellikle maddi yardımı olan kadını daha sonra hayatından çıkarması ile asıl mecrasına akan hikâye temel olarak Ida’nın umarsız çabası üzerinden sonsuz inadının ve bu uğurda yaşamak zorunda kaldıklarının sonucuna ağırlık veriyor. Haklı olmanın ama bir kenara itilmenin ve bu arada Mussolini’nin imajına zarar vermemesi için devlet görevlileri tarafından kendisine verilmeyen zarar kalmayan kadının ve Mussolini’den olan oğlunun hikâyesinin gerçekliğini düşündüğünüzde neden vazgeçmediği sorusu bir süre sonra önemini yitirmeye başlıyor. Bu bağlamda kadının tercihini İtalyan halkının, Almanlar ile kıyaslandığında bir Akdeniz ülkesi olarak bir faşist diktatörün peşinde gitmesi daha şaşırtıcı olan bir halkın, Mussolini’ye gösterdiği itaat ve onun yanında olma tercihi ile birlikte düşünmek anlamlı olabilir belki.

Bellocchio belgesel görüntüleri çekimlerinin içine başarı ile yerleştirdiği filminde klasik anlatımla çekilmiş sahneleri üslup denemeleri yaptığı sahneler ile peş peşe kullanarak filmine bir dinamizm katmayı başarmış ama bu iki farklı sinema dilindeki sahnelerin nerede ise dönüşümlü olarak karşımıza gelmesi bir süre sonra yoruyor ve filmi nasıl ele alacağınız konusunda kafanızın karışmasına neden olabiliyor. 2008’de Paolo Sorrentino bir başka İtalyan politikacı olan Giulio Andreotti’yi ele aldığı “Il Divo” adlı hayli çarpıcı filminde üslup ve içeriğin birbirini biçimlendirdiği ve müthiş bir uyum içinde oldukları bir eser ortaya koymuştu. Burada ise Bellochio’nun aynı uyumu elde ettiğini söylemek zor. Sinema salonunda sosyalistlerle faşistlerin kapışması, hastanede Mussolini’nin iki kadınının çatışması veya oğul Mussolini’nin babasını taklit etmesi gibi oldukça başarılı sahneleri de olan filmde bu sahnelerin tümünün o dinamik üslubun örnekleri olduğunu ve buna karşılık klasik sinema dili ile çekilen bölümlerin bu dinamizmin bir parça altında kaldığını söylemek mümkün özetle. Bu iki farklı dilin (bir görkemli opera ile sakin bir melodram olarak nitelenebilir bu farklı diller) yeterince iyi kaynaşmadığını ve kadına odaklanan hikâyenin bu arada Mussolini’yi ihmal etmesinin filmi sahip olabileceği ek bir gerilimden mahrum bıraktığını da belirtmek gerek.

Hem Mussolini’yi hem oğlunun gençliğini canlandıran (ve açıkçası genci oynamak için bir parça yaşlı duran) Filippo Timi ve kadını canlandıran Giovanna Mezzogiorno rollerinin hakkını vermişler ama Timi canlandırdığı figürü karikatürleşme tuzağına düşmemeyi başarsa da bir parça daha etkileyici olabilirmiş diye de düşündürtüyor. Yönetmenin sinema salonlarını ve çeşitli filmleri (iki sessiz filmi özellikle anmak gerek: Chaplin’in “The Kid” veya Mussolini’nin seyrederken kendisini İsa ile özdeşleştirmiş gibi göründüğü “Christus”) sık sık karşımıza getirdiği film bana dönüp bir filmi tekrar seyretmek gerektiğini de hatırlattı: Ettore Scola’dan Hitler’in Mussolini ile görüşmek için Roma’ya geldiği gün bir kadın ile eşcinsel bir adam arasındaki bir günlük arkadaşlığı anlatan “Una Giornata Particolare – Özel Bir Gün”. En önemli figürünü göstermeden bir ideolojinin nasıl mükemmel biçimde anlatılabileceğinin bir örneği idi bu film.

Bellocchio’nun filmi özellikle üslup denemelerinde operanın atmosferini de akla getiren ama karakterlerini uzun süresine rağmen seyirciye bir şekilde yeterince geçiremeyen bir çalışma. Yine de ustanın filmi kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Filmi ister bir erkeğin neden olduğu bireysel ister bir ideolojinin neden olduğu bir toplumsal trajedi olarak okuyun, faşist bir diktatörlüğe biat ederek, rol yaparak, ses çıkarmayarak veya kilisenin tavrında olduğu gibi işi ahirete havale ederek uyum göstermenin sonuçlarını hissedeceğiniz görsel gücü yüksek bir film karşımızdaki. Bellocchio iyi ki hâlâ üretiyor.

(“Yenmek”)