Trotacalles – Matilde Landeta (1951)

“Gece boyunca dolaşmak senin kaderin / Çünkü sen yol kenarına atılmış bir çöpsün sadece”

Başına gelenlerin fahişelik yapmaya zorladığı bir kadın ve aralarında büyük bir düşmanlık olan kız kardeşinin hikâyesi.

Senaryosunu Luis Spota’nın fikrinden yola çıkarak José Aguila, Matilde Landeta ve Spota’nın yazdığı, yönetmenliğini Landeta’nın yaptığı bir Meksika filmi. Meksika’nın ilk kadın yönetmenlerinden biri olan ve her biri dikkat çeken toplam dört uzun metrajlı film çeken Landeta’nın bu yapıtı seks işçisi kadınların hayatlarına dürüst bir gözle bakan ve fahişeliğin farklı boyutlarını ve türlerini sınıf meselesini de işin içine katarak anlatan bir çalışma. Sinema dilinde klasik olandan hemen hiç uzaklaşmayan yapıt, hikâyesi ile de Hollywood’un ahlâk öykülerine yakın duruyor ve bu bağlamda biçimsel olarak çok farklı şeyler söylemiyor ama yine de derdini net ve ilgiyi hak eden bir şekilde anlatan, iki kadın karakterine özenle yaklaşan ve onları ilgi çekici kılan bir çalışma olmayı başarıyor ve o dönemde ülkesinde kadın sinemacı olmanın zorluklarına rağmen temiz bir iş çıkaran Landeta’yı tanımak veya hatırlamak için izlenmeyi hak ediyor.

Meksika sinemasının çalışkan ismi Gonzalo Curiel’in güçlü bir dram havası taşıyan müziğinin eşlik ettiği başarılı bir açılış sahnesi var filmim. Gece karanlığında, boş bir sokakta duvar kenarına dizilmiş bekleyen kadınları görüyoruz; jenerik boyunca süren bu sahnede kadınların ve onlara yanaşan erkeklerin sadece bacakları var görüntüde. Matilde Landeta karakterleri kimliksizleştiren bu tercihe sadece farklılık yaratmak için başvurmamış; filminin daha ilk sahnesi ile şunu söylüyor bize: anlattığı öykü sadece bir kadının değil, onun benzeri pek çok kadının ortak hikâyesi. Öykünün kahramanı Azalea da (gerçek adı Maria’dır) (Elda Perelta) bu kadınların arasındadır. Kaderinin onu sürüklediği sokaklarda hayatta kalmaya çalışan kadın, kendisini sevebilecek tek adam olarak gördüğü “erkek arkadaşı” Rodolfo’ya (Ernesto Alonso) âşıktır; ama onun çeştili oyunlarının da aleti olmaktadır. Ardından bu tür filmlerde bolca rastlanan bir tesadüf bizi Azalea’nın kız kardeşi Elena (Miroslava) ve kendisinden büyük zengin kocası Faustiono (Miguel Ángel Ferriz) ile tanıştıracak ve bu dört karakter arasında baştan çıkarma, kin, intikam, tutku ve para hırsı dolu bir öykü başlayacaktır. Senaryo tüm bu unsurlara bir de veremi ekleyecek ve öykünün melodram havasını kazanmasını da sağlayacaktır.

Senaryonun başarılı yanlarından biri dört ana karakterini de başlardaki birkaç sahne ile bize yeterince tanıtabiliyor olması; bazı sırları olması gerektiği gibi sonradan öğreniyoruz ama karakterlerin ne yaptıklarını ve neden öyle yaptıklarını acele etmeden, öykünün temposuna ve ruhuna uygun bir süre içinde anlatabilen bir senaryosu var filmin. Bunu yaparken, işini gerektiği gibi yapan diyaloglardan da yararlanıyor: “Bana romantik olup olmadığımı sormuştun. Artık anlamış olmalısın, ben iş bitirici biriyim”, “Biz bir zamanlar eşittik. Biz kardeşiz!”, “Ben iş bitirici biriyim; insan parayı nerede bulursa almalı, özellikle de ihtiyacı varsa”, “Bir köşede solar gideriz ve Tanrı dışında hiç kimse yaşayıp yaşamadığımızı hatırlayamaz”, “Bir pederin beni bir doktordan daha iyi hissettireceğini asla düşünmezdim”, “Güvence yerine aşkı seçen kadınlar aptaldır” vs. Evet, özel bir derinliği yok tüm bu ifadelerin ama alçak gönüllü havası içinde filmin, olan biteni iyi anlatıyor ve karakterlerin eylem ve hislerini anlamamızı sağlıyor. İşte bu diyaloglardan biri (“İkimiz de fahişeyiz; ama ben mecbur kaldığım için öyleyim, sen ise kötülüğün yüzünden fahişesin”) filmin temel meselelerinden birinin de özeti aslında. Çaresizlik ve yoksulluk kardeşlere farklı seçimler yaptırırken, film kadınların erkeklerin sömürüsüne sürekli ve acımasızca maruz kaldığını vurguluyor. Karakterlerden birinin kötüğünün arkasında yatan asıl neden olarak yoksulluğun sert ve acımasız yüzünü öne süren film sadece para için yapılan bir zengin koca evliliğini, en azından karakterlerinin birinin ağzından, hayat kadınlığı ile yana yana koyuyor.

Filmin hayat kadınları arasındaki ilişkileri zengin sınıf içindekilerle karşılaştırarak, ilkindeki dürüstlüğü ve dayanışmayı övmesi dikkat çekiyor. Bir ölüm sahnesi bunun en açık örneği ve din sempatisi yerleştirilmiş olsa da bu bölüme, yine de filmin en dokunaklı anlarından biri olarak dikkat çekiyor. İki hayat kadınının kaderlerinin acımasızlığını konuştukları sahnede hem dile getirilenler hem de kameranın onları alttan çekerek adeta “yüceltmesi” dayanışmalarına ve bunun güzelliğine düzülen bir övgü gibi. Carlos Crespo’nun “Pobre Trotacalles” adını taşıyan, hüznü ve melodramatik havası ile yürek burkan şarkısı da (film için yazılan şarkıyı müzikallerde olduğu gibi baştan sona dinliyoruz ama şarkının güzelliği ve öykü ile uyumu bu zorlama havanın rahatsız etmemesini sağlıyor) filmin yaratıcılarının ne tarafta durduğunu net bir şekilde gösteriyor bize. Senaryonun yoksulların hayatlarına ayırdığı süre ve ilgili bölümlerde karşımıza getirdikleri de filmin bu sınıfı öyküsünü süsleyen bir unsur olarak değil, ana meselelerinden biri olarak gördüğünü açık bir şekilde gösteriyor.

Kadının parasının peşinde olan erkek öyküsü, bizde gündüz kuşağı kadın programlarındaki vakalara aşina olanlara çok tanıdık gelecektir şüphesiz ve senaryo zaman zaman bu konuda bir ders havasına bürünmüyor da değil. Finaldeki -o dönemin ruhuna uygun-ahlakçı yaklaşıma da uyumlu bu havayı bugünün bakışı ile eleştirmek doğru değil elbette; sonuçta o yıllarda hemen tüm Amerikan sineması, klasikleri başta olmak üzere, benzer bir tavır içindeydiler ve sinema dili olarak onların yolundan giden Matilde Landeta’dan farklı bir yaklaşım beklemek doğru olmazdı. Kaldı ki filmin gerek iki kız kardeşin gerekse bir hayat kadınının başlarına gelenlerin çıkış noktasında hep “bir erkeğe âşık olmak ve onun kurbanı olmak” olgusu olduğunu göstererek temelde eril bir dünyanın eleştirisi yaptığı da açık.

Yüze kapatılan bir demir parmaklıklı kapı ve sokakta yürümeye başlayan bir karakterle mesajına uygun bir kapanış yapan filmin iki başrol oyuncusu Elda Perelta ve Miroslava özel bir boyutu olmasa da, karakterlerine yakışan ve onları ilginç kılan performanslar sunuyorlar; filmden sadece dört yıl sonra, 35 yaşında yaşamına son veren Miroslava’nın oyunculuğu bir parça daha öne çıkıyor. Miguel Ángel Ferriz de işini yaparken, asıl dikkat çekenler Ernesto Alonso ve Azalea’nın kendisi ile aynı mesleği icra eden Ruth’u canlandıran Isabela Corona oluyor.

Meksika sinemasının 1936 – 1956 arasındaki “Altın Çağı”ının ünlü sinemacıları Emilio Fernández Romo ve Julio Bracho’nun da aralarında olduğu isimlerin filmlerinde yardımcı yönetmen olarak çalıştıktan sonra yönetmen koltuğuna uzun süren çabaları sonucu oturabilen Matilde Landeta’nın bu filmi ile sonuncu filmi olan bir sonraki yapıtı “Nocturno a Rosario” arasında tam 40 yıllık bir süre geçmiş. Meksika sinemasının o dönemdeki erkek egemen anlayışının bir sonucu olan bu durum, Landeta’nın sinemaseverlere başka başarılı yapıtlar sunmasına da engel oldu elbette. Bedenini zengin bir kocaya sunmakla, bedenini kaderin kendisini düşürdüğü sokaklarda hayatta kalabilmek için erkeklere sunmak arasında bir fark olup olmadığını sorgulatan ve dönemi için radikal olarak tanımlayabileceğimiz film bu yargıyı kesinlikle destekleyen bir çalışma.

(“Streetwalker”)