The Facts of Life – Melvin Frank (1960)

“Bunu gerçekten ben mi yapıyorum, Pasadena’lı ev kadını, okul aile birliğinin sekreteri, yavrukurtların oymak anası olan ben? Gerçekten hafta sonunu en iyi arkadaşımın kocası ile mi geçireceğim?”

İkisi de evli olan bir kadın ve bir adamın birbirlerine aşık olması ile gelişen olayların hikâyesi.

Yönetmen Melvin Frank, senaristler Frank ve Norman Panama ikilisi ve oyuncular Bob Hope ve Lucille Ball olunca film de komedisi olan bir romantik film oluyor doğal olarak. İşin ilginç tarafı senaryonun önce Olivia de Havilland ve James Stewart düşünülerek ve kaynaklara göre David Lean’ın ölümsüz filmi “Brief Encounter” benzeri bir çalışma hedeflenerek yazılmış olması. Bu proje gerçekleşmeyince hikâyenin dramı komediye bırakmış yerini ve ortaya bu zaman zaman eğlendiren, yeni bir şey söylemese de evlilik kurumunu ve getirdiği kısıtlamaları düşündürten orta karar bir film çıkmış.

İşinin ustası Saul Bass’in başarılı ve animasyonlarla oluşturulmuş açılış jeneriği ve bu jeneriğe eşlik eden keyifli ve film ile aynı ismi taşıyan şarkı ile başlayan eserin, bu eğlenceli halini tüm hikâyesine yayamadığını söyleyelim öncelikle. Ball ve Hope’un diğer filmlerinin aksine komedinin sulu yanına pek uğramamaları ve dizginlenmiş bir performans sergilemeleri filme ciddi bir katkı sağlamış açıkçası ve senaryonun anlık espriler yerine durumun kendisine dramı ihmal etmeden odaklanması Frank ve Panama ikilisinin de doğru bir tercihi olmuş görünüyor. Konvansiyonel finaline ve bu finali doğuran sondaki tutarsızlıklara rağmen hikâyenin genel olarak rahat akan, eğlendiren ve düşündüren bir yapısı olduğunu da söylemek gerek. Tutarsızlık ile kastettiğim ise aşkın oluşumunu hem “gerekçeleri” hem de süreci ile inandırıcı kılan senaryonun, aşkın bir kenara bırakılmasını aynı gerçekçilik içinde karşımıza getirememesi. 1960’da çekilen bir Hollywood filmden “sıradışı” bir son beklenemez elbette ve sonuçta “Brief Encounter” filmi de sinemasal açıdan güçlü (tren istasyonundaki ayrılış sahnesini unutmak mümkün mü?) olsa da muhafazakâr finali ile sıradan seyirciyi rahatlatmayı tercih etmişti. Yine de senaryonun sonunu daha iyi bağlaması gerekirdi diye düşünüyorum, en azından inandırıcılık açısından.

Monoton evliliklerinin neden olduğu monoton hayatlarına yeni bir sayfayı ancak aşkın açabileceğinin farkında olmadan birbirlerine aşık olan iki insanın hikâyesi açılış sahnesinden sonra uzun bir geriye dönüş ile anlatılıyor ve daha sonra tekrar günümüze gelerek kapanışını yapıyor. Tüm bu olaylar boyunca da başta arabalı açık hava sinemasındaki basılma ve kaçma sahnesi olmak üzere kimi hayli eğlenceli anlara da tanık ediyor bizi filmimiz. Stüdyoda çekildiği çok belli olan dış sahneler bu bol konuşmalı filmin rahat nefes almasını da sağlıyor ve masum birkaç öpücük (sinemadaki hayli uzun süren ama bu uzunluğu zorunluluktan kaynaklanan sahneyi hariç tutmalı, sonuçta orada kahramanlarımızın bilinçli bir tercihi söz konusu değil), el ele tutuşmalar ve bakışmalar ile geçen aldatma hikâyesini çekici kılıyor bir seyirlik olarak. Senaryonun eleştirilmesi gereken bir yönü olan, kadının geriye dönüşle anlatılan olaylara zaman zaman duygu ve düşüncelerini kattığı yorumlarda bulunması hikâyeye bir zenginlik getirmiyor açıkçası. Kurulu düzenlerinin bozulması endişesinin ön plana ve yetersiz bir biçimde çıkarıldığı film her ne kadar Hamilton karakteri üzerinden evliliklerin hangi yollarla katlanılır kılındığını hatırlatarak bu kuruma küçük bir fiske vursa da finalini en azından bir parça daha fazla hüzünlü kılmaması ile ciddi bir fırsatı kaçırıyor. Yine de artık yakın gözlüksüz yaşamaları hayli güç olan yaşlara gelmiş iki karakterin mahzun bir utangaçlık ile dolu duygularını seyircisini yormadan ve eğlendirmeyi de ihmal etmeden anlatan film ilgi çekebilir. Filmin güzel başlayan bir aşkın, tarafların birbirini daha yakından tanıması ile (aslında düzenlerinin bozulmasından korkmaları ile) solmaya başlamasını tüm zorlamasına rağmen gerçekçi kılamamasını ise belki de aşkın zaferi olarak görüp mutlu olmak lâzım.

(“Cilveli Hayat”)

Buona Sera, Mrs. Campbell – Melvin Frank (1968)

“İkimiz de gençtik. Yalnız, korkmuş ve şefkate muhtaç. Ne yapabilirdik?”

Üç Amerikalı askeri yıllar boyunca çocuğunun babası olduğunu söyleyerek aldatan ve gerçeği kendisi de bilmeyen bir İtalyan kadının hikâyesi.

2008’de ABBA şarkıları eşliğinde sergilenen ve bir müzikalden uyarlanan “Mamma Mia!” filmine çok benzer bir konuyu ondan kırk yıl önce karşımıza getiren bu film akıcı senaryosu, kimi başarılı oyunculukları ve İtalya’dan karşımıza getirdiği görüntüleri ile yeterince komik ve amaçladığı kadar da hafif bir çalışma. Bu filmde de bir genç kız ve üç baba adayı var, tıpkı diğerinde olduğu gibi. Bu film İtalya’da geçiyor, diğeri bir başka Akdeniz ülkesi olan Yunanistan’da. Her iki filmde de güçlü ve bağımsız kadın karakterler var; burada Gina Lollobrigida, diğerinde Meryl Streep.

Sözlerini yönetmen Melvin Frank’in yazdığı ritmik ve sevimli bir şarkı ile başlayan film hikâyesi boyunca klasik sinemanın standart komedi kalıpları içinde pek çok klişeyi de çok da rahatsız etmeden kullanıyor. Evet İtalyanlar bağırarak konuşuyorlar, evet bir Akdeniz ülkesinde olduğumuza göre insanlar rahat ve mutlu, İtalyan sevgili elbette kıskanç vs. Amerikan sinemasının çok hafiflemiş olsa da bugüne kadar sarkan tipik anlayışı da burada yerini almış; kadın rahatsa Fransızdır veya en azından bu filmde olduğu gibi Akdenizlidir. Oyuncu kadrosu içinde Lollobrigida rolünün ağırlığını rahatça taşıyor ve evinde olmanın avantajını kullanarak filmi de sürükleyen isim oluyor. Baba adaylarından en iyisi ise Phil Silvers ve tam bir komedi oyuncusu olduğunu gösteriyor. Bir başka baba adayı Telly Savalas ise fazlası ile abartılı oynuyor.

Amerikalı babaların sıkıcı ilişkilerine bir terapi gibi gelen bu maceraları hem onların evliliklerini kurtarıyor hem de hayırsever Amerikalı askerler kurtardıkları Avrupa’ya geri dönüyor klişesi için de vesile oluyor. Özetle 70’lerde çekilen pek çok Yeşilçam komedisinden temelde bir farkı olmayan ama elbette onlardan çok daha üst bir profesyonel düzeyde yer alan bir film bu. İtalya’nın sevimli kasabaları ve onların dar sokakları hikâyeye görsel bir keyif katarken, İtalya’da olduğumuza inanalım diye araya giren turistik görüntüler rahatsız edebilir. Bir de itiraf etmeli ki defalarca tekrarlanmış olsa da Avrupa ülkelerinin eski dar ve taş sokaklarında hızla giden spor arabalar nedendir bilinmez ilginç bir cazibe dışıyor ve bu film de işte bu çekicilikten sık sık yararlanmayı ihmal etmiyor.

(“Kızımın Babaları”)