Tout est Pardonné – Mia Hansen-Løve (2007)

“Neden herkesin ezik bir insan olduğunu düşünmesini istiyorsun?”

Bir boşanmanın sonucu olarak 11 yıldır görüşmeyen bir baba ve kızının yıllar sonra tekrar karşılaşmalarının hikâyesi.

Mia Hansen-Løve’un senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Fransız sinemacının ilk uzun metrajlı filmi olan yapıt bir boşanmanın öncesi ve sonrasında yaşananları ele alırken, yapılan hatalar ve alınan yanlış kararların kaybettirdikleri üzerine zarif ve hüzünlü bir hikâye anlatıyor. Görsel yaklaşımı ve dili ile, öykünün trajik denebilecek yaklaşımına bilinçli bir zıt duruş sergileyen film doğallığı ve adeta tamamı ile gerçek bir hikâye seyrettiğinizi düşündürtecek dürüstlüğü ile de ilgiyi hak ediyor.

Film 2005 yılında intihar ederek hayatına son veren Fransız yapımcı ve oyuncu Humbert Balsan’a ithaf edilmiş. Avrupa Film Akademisi’nin başkanlığını da yapmış olan Balsan -ölümü nedeni ile yarım kalsa da görevi- bu filmin de yapımcısıymış başta ve Mia Hansen-Løve ona olan saygısını bu ithafla göstermekle yetinmeyip, bir sonraki filmi olan “Le Père de Mes Enfants”ın senaryosunu yazarken onun hayat hikâyesinden yola çıkmış. Yönetmenin kendisi de 20’li yaşlarındayken ebevyenleri boşanmış, dolayısı ile bu filmde kendi duygularından ve tecrübelerinden yola çıktığını söylemek mümkün ama burada çocuk çok küçük yaştayken ayrılan bir baba ve kızının ilişkisi(zliği) söz konusu. Belki filmin en önemli yanı, her ne kadar bir boşanmanın neden olduğu bir bireysel ilişki problemini anlatıyor olsa da, aslında bir “yitirilen zaman” (veya “kayıp zaman”) öyküsü olarak da değerlendirilebilecek olması. Annenin -babanın sorunlarının da neden olduğu- tercihi ile on bir yıl boyunca hiçbir temasları olmayan bir genç kız ile babasının yitirilen onca zamandan sonra bir yakınlığı, bir ilişkiyi inşa edip edemeyeceklerini sorguluyor ve bize de sorgulatıyor öykü. Filmin bu kayıp duygusunun altını kalın çizgilerle çizmemesi ve finali bazı seyircileri mutlu etmeyebilir ama anlaşılan Mia Hansen-Løve bir mesaj ya da bildiri vermek yerine, bir durumu göstermeyi seçmiş ve açıkçası filmin genel havası içinde bakıldığında da doğru bir yaklaşım olmuş bu.

Avusturyalı bir kadın ile Fransız bir erkeğin evliliklerinin hikâyesi olarak 1995 yılında ve Viyana’da başlayan film, 11 yıl sonra Paris’te bu erkek ile kızı arasındaki bir öykü olarak devam ediyor. Son günlerde pek üretemeyen bir şairdir Victor (Paul Blain) ve öğretmenlik de yapmaktadır zaman zaman. Eşi Annette (Marie-Christine Friedrich) ise kocasının aksine güçlü bir karakterdir ve trajik bir olaya kadar, kocasının uyuşturucu bağımlılığından da haberdar değildir. Evlilikleri önce sallantıya girip, sonra da tamamen dağıldığında erkek ne kadını yanında tutabilecek ne de kendi ayakları üzerinde durabilecek güce sahiptir; kadın ise kendisini sevse de hırpalayan adamla bağını kopardığında küçük kızını da (bu karakterin çocukluğunu oynayan Victoire Rousseau ve genç kızlığını canlandıran Constance Rousseau gerçek hayatta kardeşler ve ikisi de ilk kez bir sinema filminde rol almışlar) alarak uzaklaşır onun hayatından. Bundan sonrası baba ile kızı için, birlikte çok iyi zaman geçiren ve iyi bir ilişkileri olan bu iki insan için, 11 yıllık bir ayrılık anlamına gelecek ve hikâyenin son bölümü bu uzun kaybın üzerine yeniden bir ortak hayat kurulup kurulamayacağı üzerinden ilerleyecektir.

Kabaca ikiye ayırabileceğimiz hikâyenin ilk bölümünde bir evliliğin dağılışı, ikinci bölümünde ise ayrılığın yok ettiği bir baba-kız ilişkisinin yeniden yaratılma(ma) süreci anlatılıyor. Yönetmen Mia Hansen-Løve bu hikâyeyi anlatırken etkileyici sahneler yaratmanın peşinde koşmuyor hiç; bunun yerine, doğallık ve gerçekçiliği yaratmaya soyunuyor tüm öykü boyunca ve kesinlikle başarıyor da bunu. Tercih edilen bu sadeliğin dramatik anların peşinde koşan seyirciyi tatmin etmeme ihtimali yüksek ama hikâyenin hiçbir telaşa kapılmadan, doğal bir tempo ile anlatılması filmi en değerli kılan yanlarından biri aslında. Böylece sağlam bir gerçekçilik elde ediyor film ve dikkatli / özenli bir seyirciyi tanık olduğunun içtenliği ile etkileyebiliyor. Final karesi ile de tekrarlanan bu seçim bir parça hüzün de barındıran bir doğallık ile filmin en çekici unsurlarından birini oluşturuyor.

İlginç bir soundtrack seçimi var filmin. Orijinal müzik yerine -bir gece kulübü sahnesi hariç- hemen hep eski şarkılar tercih edilmiş. Örneğin hemen açılışta folk şarkıcısı Matt McGinn’in sesinden dinlediğimiz “Coorie Doon” (Madencinin Ninnisi olarak da biliniyor) bir İskoç folk şarkısı. Bir annenin çocuğuna madenci babasının zor hayatını anlattığı bu şarkı bir umut da barındırıyor içinde. The Black Country Three adındaki gruptan dinlediğimiz bir İngiliz (ve İskoç) folk şarkısı “The Three Ravens”, Rory ve Alex McEwen adlı kardeşlerden dinlediğimiz İskoç folk şarkısı “Marie Hamilton” gibi yine hayli ilginç ve filme farklı bir hava katan seçimleri olmuş yönetmenin. Bu üç şarkının da “Child Ballads” adı altında toplanan şarkılar olması, hikâyenin bir baba ve çocuk ilişkisi (varlığı ve yokluğu) üzerinden anlatıldığını düşününce bir hayli anlam kazanıyor elbette ve klasik eserlere de uzanan tüm müzik seçimleri ile birlikte filme çekici ve kırılgan bir hava katıyorlar. Alman şair Joseph von Eichendorff’un “Zwielicht” adındaki şiiri de hikâyenin temasının bir sembolü olarak akıllıca kullanılmış; şiir alaca karanlığın belirsizliğini sevginin ve arkadaşlığın alegorisi olarak kullanması ile bilinen bir yapıt ve burada babanın kızına yazdığı mektubun bir parçası olurken, kaybın ve yeniden doğumun sembolü işlevi görüyor.

Baba ve kızının iletişim aracı olarak mektuplaşmalarının da hikâyenin eski usul zarifliğine uygun düştüğü filmde tüm başrol oyuncuları sade performanslarla karakterlerinin gerçekçi görünümünü güçlü bir biçimde desteklemişler ve tıpkı yönetmenin sinema dili gibi, onların oyunculukları da vurgulamaktan çok olan biteni olduğu gibi yansıtmayı tercih eden doğru tonu tutturmuşlar. Pascal Auffray’in görüntüleri de hayli başarılı ve taşrada kırlık bölgede geçen sahnelerde izlenimci bir bakıştan izler taşıyan içeriği ile filme çok yakışan bir pastoral hüzün yaratıyor adeta. Indiewire’a verdiği röportajda “Benim için sinema cevaplar değil, sorular hakkındadır. Eğer cevaplarım olsaydı, film yapmazdım” demiş. İşte bu yapıt da bu söylemle birebir örtüşüyor: Zaman, zamanın geçişi, zamanın acıları / hataları iyileştirip iyileştiremeyeceği ve gerçek bir bağışlanmanın mümkün olup olmadığı üzerine bir hikâye anlatırken mutlak cevaplar sunmuyor seyirciye; sunduğu finalin sadece bu hikâyeye özgü olduğunu hatırlatacak bir biçimde soru(n)ları ortaya koyuyor ve finalde genç kızın çıktığı yürüyüşün “belirsizliği” gibi bize bırakıyor gerisini. Kaçırılan fırsatların ve yitirilmemesi gereken umutların hikâyesi olan bu zarif yapıt kesinlikle görülmeyi hak eden bir çalışma.

(“All is Forgiven” – “Her Şey Bağışlandı”)

L’Avenir – Mia Hansen-Løve (2016)

“Düşünsene; çocuklarım gitti, kocam beni terk etti, annem öldü. Özgürlüğü buldum. Tam özgürlük. Hiç tatmamıştım. Olağandışı bir şey”

Evli ve iki çocuklu, hayatındaki tek önemli sorun yaşlanan ve psikolojik sorunlara sahip annesi olan bir felsefe hocasının ani gelişmeler yüzünden kendisini yeniden keşfetmesinin hikâyesi.

Mia Hansen-Løve’un yazdığı ve yönettiği bir Fransa ve Almanya ortak yapımı. Isabelle Huppert’in müthiş bir sadelikle gerçekçiliği birleştiren performansı ile canlandırdığı hikâyenin kahramanını annesinden esinlenerek yaratmış Hansen-Løve ve ortaya yalın ve entelektüel bir sonuç çıkmış. Bir modern dünya filmi bu ve anlattıklarını sömürmeden, mesaj kaygısına kapılmadan, gerçekçi ve zarif bir dil ile getirmeyi başaran bir çalışma. Dramatik patlamalara ve hatta melodramlara kolayca kayabilecek bir hikâyeyi dikkatle ve özenle ele almış yönetmen ve Huppert’in olağanüstü katkısı ile ilgiyi kesinlikle hak eden bir film çekmiş.

Berlin’de buradaki çalışması ile yönetmen ödülünü kazanan Hansen-Løve filmi için ilham kaynağı olarak Eric Rohmer’in 1986 yapımı “Le Rayon Vert” (Yeşil Işın) adlı filmini göstermiş. Hikâyeler ve karakterleri arasında doğrudan bir ilişki veya yakınlık yok bu filmlerin ama sanırım Hansen-Løve’a ilham kaynağı olan, Rohmer filmindeki baş karakterin tam da yaz tatili öncesinde birdenbire yalnız kalıvermesi (sevgilisinden ayrılıyor ve beraber tatile gitmeyi planladığı kız arkadaşı sevgilisi ile gitmeyi tercih ederek onu son anda yalnız bırakıyor) olsa gerek. Burada da felsefe hocası Nathalie planlamadığı ve beklemediği bir şekilde kendi başına kalıveriyor ve finali ile de Rohmer’in filminin sonundaki umuda göndermede bulunuyor yönetmen oldukça duyarlı ve zarif bir şekilde.

Yönetmenin anne ve babası felsefe profesörleriymiş ve kendisi 20’li yaşlarındayken ayrılmışlar. O da hem bu entelektüel ebeveynlerle yaşamanın hem de onların ayrıklıklarının tecrübelerini ve kendisinde bıraktığı izleri hikâyesine taşımış anlaşılan. İlk sahnede kadının yazmakta olduğu yazıdaki “İnsanın kendini başkasının yerine koyması mümkün müdür?” cümlesinden kocasından duyduğumuz “Müzik sadece dinlemen değil, görmen gereken bir şey” sözüne, her yıl olduğu gibi tatile gittikleri Bretonya bögesinde Chateaubriand’ın mezarını ziyaret etmelerinden seçilen müziklere entelektüel bir film bu. Hikâye boyunca adını duyduğumuz filozoflardan felsefe kitaplarına akademik ortamdan felsefî tartışmalara bu bilim dalını hikâyesinin ayrılmaz bir parçası yapmış Fransız sinemacı. Bu durum çok konuşmalı ve derin konuların tartışıldığı bir hikâye düşüncesi (ve bazıları için korkusu) yaratmamalı; aksine Hansen-Løve bundan özenle uzak durmuş ve bu konuların karakterlerin günlük hayatındaki yerini ve onların tavır ve düşüncelerini şekillendirdiğini göstermek ve hatırlatmakla yetinmiş doğru bir şekilde.

Nathalie’nin ders verdiği okulda öğrencilerin hükümetin reform planlarına karşı yaptığı boykot eylemi ve derslere katılmak isteyenlere engel olmaları karşısında takındığı “apolitik” denecek tutum (Emeklilik yaşını 67’ye yükseltme planını eleştiren öğrencilere “Ben işimi seviyorum” cevabını veriyor örneğin) kendisine kurmuş olduğu ve hiç değişmeyecekmiş gibi görünen hayatı ile yakından da bağlantılı görünüyor. Gençliğinde 3 sene boyunca komünist olan ama SSCB’ye gidip hayal kırıklığına uğrayınca fikirlerinin değiştiğini söyleyen kadının teorik olanda kalma ve eyleme dökmeme prensibi özel hayatı için de geçerlidir. Radikal olandan hep uzak durmuştur ve hayatı bu şekilde sürüp gidecek gibidir ama hiç beklemediği bir şekilde hayatındaki tüm sabit olgular değişecektir ve hikâye temel olarak Nathalie’nin bu durumdaki tepkileri, düşünceleri ve eylemleri (ya da eylemsizliği) üzerine kuruludur. Annesinin daha önce sokağa hemen hiç çıkmamış kedisinin Nathalie’nin gittiği dağ başında ortadan kaybolması bu açıdan sembolik bir anlam taşıyor. Kadın kedinin kaybolacağı ve öleceğinden korkar ama eski bir öğrencisi olan genç adam ona “içgüdü”yü hatırlatır. İşte film de bize kadının ayakta kalıp kalmayacağını, yaşama içgüdüsünün ona bu konuda yardımcı olup olamayacağını sorgulatıyor ve finali ile de bu sorunun cevabını veriyor.

Nathalie’nin aksine, bir zamanlar öğrencisi olan genç Fabien konformist bir akademisyen hayatından uzak durmuş, eylemlere katılmaya devam etmiş, anarşist bir gruba katılmış ve şehirden uzak bir hayat sürmektedir. Film bu iki farklı tercih arasında bir doğru belirlemiyor ve seyirciye de bir yönlendirmede bulunmuyor. Bu tutumunu filmdeki diğer önemli gelişmelerde de koruyor hikâye: Ortaya çıkan ihanet örneğin, bir Amerikan filminde göreceğimiz duygu patlamalarından çok farklı bir şekilde karşılanıyor ve film hiçbir anında seyirciye bir duygusallık dayatmasında bulunmuyor. Belki final bu konuda bir istisna olabilir ama o derece zarif ve özenli bir sahne ki bu ve doğallığı ve gerçekçiliği ile o derece etkileyici ki hiçbir şekilde rahatsız etmiyor.

Film uzun bir evlilikten sonra ayrılmanın kırgınlık yaratan ve iç burkan doğasını da pratik sonuçları ile birlikte başarı ile ele almış. Yıllarca emek verilen bir bahçedeki çiçeklere ne olacağı konusu, değişmez bir yaz tatili mekânı olan eve artık gidilemeyeceği gerçeği (bu evde karı koca arasında geçen ve bu pratik sonuçla yüzleşilen çok iyi bir sahne var) veya yıllar içinde alınmış tüm o kitapların paylaşımı gibi konular filmin o yalın atmosferi içinde seyircinin karşısına koca bir soru işareti olarak bıraklıyor yönetmen tarafından. Tüm bunları yaparken müziklerde de çok doğru seçimlerde bulunmuş Mia Hansen-Løve. Schubert’in “Auf Dem Wasser Zu Singen“ adlı lied’inden Woody Guthrie’nin “Ship in the Sky”ına ve Donovan’ın “Deep Peace” adlı klasiğine film klasik müzikten veya pop-folk’un nitelikli isimlerinden yararlanmış. Noel sahnesinde kullanılan ve kapanış jeneriği boyunca devam eden “Unchained Melody” (The Fleetwoods’un akapella yorumu ile) ise sahnenin “Noel mutluluğu” ruhuna çok uygun ve bir parça hüzünlü havası ile çok yerinde bir tercih olarak görünüyor. Hafif bir kaydırma, sarı ve sıcak renkli görüntü ile dört dörtlük bir iş çıkarmış Mia Hansen-Løve ve görüntü yönetmeni Denis Lenoir bu final sahnesinde. Orijinal müzik kullanılmayan film bu seçimleri ile de dikkati çekiyor kısacası.

“Eskiden radikaldim, değiştim” diyen Nathalie’ye “Ama dünya aynı, sadece artık daha kötü” diye cevap veriyor genç bir kadın. Belki bu konuda değil ama kendi hayatı konusunda değişmek zorundadır Nathalie ve Huppert bu karakteri göründüğü her sahnede en ufak bir ayrıntıyı bile kaçırmayan, nüanslarla zenginleştirilmiş performansı ile canlandırıyor. Ağlamaktan kahkahaya geçtiği otobüs sahnesinden Fabien ile olan tüm ikili sahnelere (çok ince bir flört havası olan bu sahneler oyuncunun üstün yeteneğinin ve Hansen-Løve’un senarist ve yönetmen olarak başarısının parlak örnekleri) parlak bir oyunculuk gösterisi sunuyor oyuncu. Fikirler ile eylemlerin birlikteliği ve/veya zıtlığı üzerine düşündürdükleri ile de önemli olan filmde yönetmenin sade mizanseni ile yakaladığı başarı çok önemli ve has sinemanın teknik oyunlarla uğraşmadan etkileyici olabileceğinin de sağlam bir kanıtı. Örneğin, ihaneti öğrenen kadının, kocasına “Beni ömür boyu seveceğini düşünüyordum” dediği sahne değme melodram sahnesine taş çıkartır gücü ile. Çaba harcamadan elde edilmiş izlenimi veren (elbette yanlış bir izlenim bu) doğallığı ile önemli bir sinema yapıt.

(“Things to Come” – “Gelecek Günler”)