Croupier – Mike Hodges (1998)

“Onlara seçimlerini yapmalarını söyleyecekti: Kumarbaz ol veya krupiye”

Yazar olmaya çalışan bir adamın bir kumarhanedeki krupiyeliği sırasında gelişen olayların hikâyesi.

Sarıya boyalı saçları ile hayli yadırgatan bir Clive Owen görüntüsü ile başlayan film bir yandan zeki bir numara anlattığı iddiasını taşıyan bir yandan da sanatın gözde temalarından biri olan yaratan sanatçı ile onun yarattığı karakterler arasındaki ilişkiyi ve iç içe geçmeyi anlatmaya soyunan bir çalışma. Sonuç ise tuhaf bir “soğuk çekiciliğe sahip” ama ağızda bir eksiklik tadı da bırakan bir film olmuş.

Owen’ın oldukça soğuk bir tonlama ile canlandırdığı karakterinin yazar parçası pek de inandırıcı değil ama film onun “tek kitaplık bir yazar” olduğunu vurgulayarak bitiyor ve bu bağlamda karakterinin yazarlık çabasının boşuna olduğunu kendisi de söyleyerek bu inandırıcılık eksikliğinin filme zarar vermemesini de sağlıyor. Karakterin krupiyer parçası ise filmin hikâyesinin asıl aktığı mecra oluyor ama orada da hikâyenin iddiasının aksine yeterince zeki olmadığını belirtmekte yarar var.

Filmin en çekici yanı zaman zaman araya girerek hikâyenin akışını ve kahramanın duygu ve düşüncelerini açıklayan dış ses. Bu seçim filmi bir romanı okur gibi izlememizi sağlıyor ve bir yandan kahramanımızın yazdığı romanı okur gibi hissetmemizi sağlarken diğer taraftan da sanat, sanatçı, edebiyattaki karakterlerin yaratılma süreci ve yazar ile karakterinin birbirine karışması üzerine düşünmemize de imkân sağlıyor.

Clive Owen’ın başta yadırgatan ama sonra filmin tarzına çok uygun düştüğünü gösteren oyun tarzı, vasatı aşmayı başaran bir suç filmi havası ve seyircinin özdeşlemesini zorlaştıran ve böylece de filmin “soğukluğuna” uygun düşerek onun olayları mesafeli bir bakış ile izlemesini sağlayan anlatım biçimi ile ilgiye değer bir film. Yönetmen Mike Hodges hikâyenin gerilim yanının imkân verdiği kolaycılığa kapılmayıp farklı bir yöne gitmeyi tercih etmiş. Sonuç tam anlamı ile bir başarı olmasa da bu tercihi ile de çok iyi yapmış. Dozunda tutulmuş bir entelektüel çabanın kimseye zararı olmasa gerek ve burada da bu çaba filmin artı puanlarının çoğunun kaynağı olmuş.

(“Krupiye”)

The Terminal Man – Mike Hodges (1974)

“İnsanları ameliyat edip sebzeye çevirdiler ve sebzeleri idare etmek akıl hastaneleri için daha kolaydır””

Geçirdiği kaza sonucu engel olamadığı öfke ve şiddet nöbetleri yaşayan bir adamın, beynine yerleştirilen bilgisayar kontrollü çiplerden sonra başına gelenlerin hikâyesi.

Michael Crichton’ın bir romanından uyarlanan film biraz bilim kurgu biraz gerilim havası ile idare eden orta karar bir çalışma. Konusu düşünülünce filmden elbette başarı hırsına kapılan doktorlar, daha aklı başında doktorlar (ki genellikle kadın olurlar), bir şekilde yolunda gitmeyen bir deneme (yolunda giden bir deneme film yapmaya değer bir sonuç değil diye düşünerek) ve bir kurban beklenir ki bunların tümü de var bu filmde.

Müzik bandında Glenn Gould yorumu ile Bach dinleyebileceğiniz ve baş rolünde George Segal’i görebileceğiniz film bu iki seçimi ile de şaşırtabilir biraz çünkü müziğin filmin atmosferi ile çok da bir ilişkisi yok gibi ve Segal böyle bir rolde görmeyi bekleyeceğiniz ilk aktörlerden biri değil. Biraz eğreti duran peruğu taktığı sahneler dışında Segal yine de aksamadan idare ediyor ve kimi sahnelerde, örneğin elektronlara küçük şoklar verilerek deneme yapılan sahnelerde, verdiği tepkiler ile etkilemeyi de başarıyor.

Filmde dikkat çeken yönlerden biri bu kategorideki bir Amerikan filminden bekleneceğinin aksine çoğunlukla sakin ve yavaş bir anlatımı seçmiş olması. Örneğin ameliyat sahnesi alış(tır)ılanın aksine oldukça uzun tutulmuş ama tüm bu bölüm hem yapılan operasyonun “soğukluğunu” hem de “doğa dışılığını” vurgulayarak filmin temasına destek olmuş. Olmuş ama film bu sakin anlatım seçimini cazip kılacak şekilde hikâyenin altını ne kadar doldurabilmiş, tartışılır. Filmin en başarılı sahnesi ise yönetmenin de varlığını hissettirdiği tek sahne belki de. Ameliyattan sonraki ilk cinayet sahnesi ve sonrası çekimleri, stilize anlatımı ve su yatağı, kan, bıçak ve su gibi malzemeleri kullanışı ile çok başarılı. Film boyunca sık sık karşımıza gelen “gözetleme deliğinden bakıp konuşan insanlar” insanın tüm bu teknolojik gelişmelerin asıl yararlanıcısı olmasının yanında bir anlamda aslında bazı bireylerin diğer bireyleri bu gelişim sürecinde kobay olarak kullandığını ve belki de temel amacın birilerinin diğerleri üzerindeki hükümranlıklarını kalıcı kılmak olduğunu hatırlatıyor.

Tedavi yönteminin etikliği, suçu önlemek için insanın doğasına ne kadar müdahele edilebileceği gibi soruları karşımıza getiren bir romandan orta karar bir uyarlama sonuçta. Genç bir yaşta ölen Joan Hackett ve kısa bir rolde karşımıza gelen Jill Clayburgh’ü hatırlamak, beyin kontrolü ve tıp biliminin karmaşıklığı üzerine düşünmek için de seyredilebilecek bir “terminal (ama dummy olanlardan değil!) adam” filmi. 70’lerde çekildiği unutulmamalı ve komik robot tasarımı dikkate alınmamalı elbette. Teknoloji son analizde iyi midir sorunsalını hatırlatan hikâyesi ile de ilgi çekebilir.

(“Beyin Nakli”)