“Bir zamanlar muhteşem bir şeye sahiptik… hiçbir şeyi ciddiye almadan eğleniyorduk. Ama asla doğal bir süreci olamaz, ilişkiler asla iyi bir şekilde sona eremez. Her zaman zehirli bir yanı olmalı. Neden böyle olduğunu anlamıyorum, gerçekten anlamıyorum!”
Üniversitede oda arkadaşı olan iki erkeğin seks, evlilik ve karşı cinsle ilişkiler üzerinden anlatılan ve yirmi yılı aşan hikâyeleri.
Amerikalı yazar ve karikatürist Jules Feiffer’ın senaryosundan Mike Nichols’ın çektiği bir ABD yapımı. Nichols’ın peş peşe çektiği filmlerle Amerikan sinemasına cüretkâr bir anlayışı da içeren yeni ve özgün bir hava kazandırdığı yıllardaki eserlerden biri olan çalışma Feiffer tarafından öncelikle bir tiyatro oyunu olarak düşünülse de Nichols’ın önerisi ile sinema filmi olarak çıkmış sanatseverlerin karşısına. Diyalogları ve hikâyesi ile -o dönem için- oldukça cüretkâr bir içeriği olan film, dört başrol oyuncusunun (Jack Nicholson, Art Garfunkel, Candice Bergen ve Ann-Margret) parlak performansları ile de keyif veren, sonuçta çok net bir yere varamasa da düşündüren ve karamsar mizahı ile eğlendiren önemli bir çalışma. Belki bir kült film değil ama bu, karakterleri ve hikâyesi ile entelektüel havalı çalışma kesinlikle görülmesi gereken bir klasik.
1966’da “Who’s Afraid of Virginia Woolf? – Kim Korkar Hain Kurttan?” ile parlak bir şekilde başladığı yönetmenlik kariyerinde peş peşe başarılı filmler çekti Mike Nichols: “The Graduate – Aşk Mevsimi” (1967), “Catch-22 – Madde 22” (1970) ve ertesi yıl da “Carnal Knowledge”. Bu dört klasik filmden sonra daha iniş çıkışlı bir kariyeri oldu yönetmenin ama sadece bu ilk dört eserinin Amerikan sinemasına getirdiği taze hava nedeni ile bile önemli yönetmenler arasında yerini almayı başardı kuşkusuz. Jack Nicholson ve Art Gurfunkel’ın canlandırdığı iki üniversiteli arkadaşın kadınlar, seks ve sevmek mi sevilmek mi üzerine yaptıkları konuşmaya eşlik eden caz klasiği “Moonlight Serenade”ı duyduğumuz bir sahne ile açılıyor film. Sadece sesin olduğu, herhangi bir görüntünün yer almadığı bu karanlık sahne daha sonra, konuşan iki erkeği gösteriyor bize; bir ev partisindedir iki arkadaş ve seks konusunda daha tecrübeli olan Jonathan’ın (Nicholson) Sandy’e (Garfunkel) o sırada yanlarından geçen çekici bir kadına (Candice Bergen) nasıl yaklaşması gerektiği konusundaki tavsiyelerini dinliyoruz biz de. Bu şekilde başlayan hikâye iki erkeğin birbirlerine aşk ve seks hayatlarını anlattıkları, kadınlar konusundaki fikirlerini paylaştıkları ve “ideal kadın”ı bulmaya çabaladıkları yıllarla devam ediyor. Bu yıllar evlilikler, ayrılıklar, peşinde koşulan kadınlar ve hem bedenlerinin hem akıllarının uyuşmasını umdukları partnerlerle geçiyor ve hüzünlü denebilecek küçük mizahı ile film bir bakıma erkeklerin tüm süslü laflarının ardındaki bencilliklerine ve kadınları kendilerini ne kadar tatmin edebilecekleri üzerinden sınıflama alışkanlıklarına eleştiri getiriyor.
Jonathan daha tecrübeli, daha cüretkâr ve daha aktif bir kişilik sergilerken Sandy daha çekingen ve naif bir karaktere sahip. Kolej yılları sırasında oda arkadaşı olan bu ikiliden ilkinin yatağında daha serbest bir kıyafetle, ikincisinin ise klasik muhafazakâr pijamalarla gösterilmesi de bu kişilik farklarının bir göstergesi olsa gerek. Adının da (“carnal knowledge” cinsel ilişki için kullanılan ve bir parça eskide kalan bir ifade) vuguladığı gibi cinsel ilişkilerin (düşüncesi ve gerçekleştirilmesi) damgasını vurduğu bu hikâyeyi belki kariyerinin önceki filmlerinde olduğu kadar radikal denebilecek bir dil kullanmadan anlatıyor Nichols ama yine de farklı tercihleri ile kendine özgü bir hava yaratmayı başarıyor. Örneğin ikiden fazla karakterin yer aldığı sahnelerde kamerayı bu karakterlerin sadece birine veya ikisine odaklayarak diğer(ler)inin sadece seslerini duymamıza olanak veriyor. Böylece ilgili sahnede bir anlamda diğerlerini dışlayarak, sadece bir veya iki karakterin gözünden algılamamızı istiyor olan biteni. Özellikle bir tenis maçı sahnesinde etkileyici olan bu tercih filmi zaman zaman Amerikan sinemasından çok Avrupa sinemasına yaklaştırıyor. Bazı ikili sahnelerde ise karakterlerden birini uzun süre kameraya (bize) doğru konuşturuyor yönetmen ve ancak bir süre sonra bize değil bir başka karaktere hitap ettiğini anlayabiliyoruz. Nichols kimi tek çekimle gerçekleştirilmiş uzun sahnelerle hikâyenin başta bir tiyatro oyunu olarak düşünülmüş olduğunu da unutturmuyor ve özellikle birkaç sahnede (örneğin Nicholson ile Ann-Margret’ın şiddetli bir tartışmanın tarafları oldukları bölüm) oyuncularının da üstün katkıları ile seyirciyi etkilemeyi başarıyor.
Dönemin anaakım sinemasından dili (küfürler, edepsiz kelimeler) ve cüretkârlığı (ilk defa bir prezervatif görüntüye geliyor Amerikan anaakım sinemasında örneğin) ile ayrılan filme -dönemine göre de- eski şarkıların arka planda sürekli eşlik ettiğini duyuyoruz ve bu şarkıların da desteklediği bir melankolik havası da var hikâyenin. Mutlu bir ilişkinin, evlilik ile aşkın ve aşk ile seksin uyumlu bir birlikteliğinin (“Belki de âşık olduğun bir kadınla seksin zevkli olması mümkün değildir”) imkânsız olduğunu ima eden ve final sahnesi ile de erkeklerin acınacak egolarını sergileyen film Jonathan’ın hayatından gelip geçen tüm kadınların fotoğraflarını sergilediği sahnedeki gibi ironik bir yaklaşımla da bir başka darbe vuruyor erkeklik anlayışına.
Tüm süslü sözcüklerin arkasındaki seks beklentisini sergilemekten çekinmeyen filmin bu gösterdiklerini tam bir etkileyiciliğe kavuşturamamış olması Nichols’ın bir başyapıt yaratmasına engel olmuş. Tüm o konuşmalar, anlamsız ve bir yere varmayan eylemler karakterler için bir sonuçsuzluğu anlatıyor ama hikâye de bir sonuca ulaşamıyor sanki. Yine de kadınlarla da kadınsız da yapamayan iki baş karakteri (aslında tüm erkekler) üzerinden bir imkânsızlık hikâyesi anlatan bu film seyircisine dokunmayı kesinlikle başarıyor ve bunu yaparken de oyuncularından önemli bir destek alıyor. Yukarıda anılan kavga sahnesi başta olmak üzere tüm oyuncular rollerini gerçek kılıyorlar ve bu bol konuşmalı hikâyeye bir doğallık katıyorlar. Jack Nicholson karakterine uygun gösterişli oyunu ile senaryonun kendisine sağladığı fırsatı çok iyi değerlendirerek öne çıksa da, başta Ann-Margret olmak üzere diğer oyuncular da kesinlikle çok başarılılar. Finalde ve tek bir sahnede karşımıza çıkan Rita Moreno’nun da tüm kadronun başarısına eşlik ettiği film, özet olarak bir “iktidarsızlık” hikâyesini çekici, keyifli ve güçlü bir biçimde anlatan bir Amerikan klasiği ve görülmeyi hak eden bir sinema yapıtı. Cynthia O’Neal ve Carol Kane’in de kısa rollerinin hakkını verdiği bu eserin Nichols’ın yenilikçi bakışının biraz “normal”e dönmeye başladığı bir dönemin içine girmeye başladığı zamanlara ait bir film olduğunu bilerek izlenmeli.
(“İlk Defa”)