Lerd – Mohammad Rasoulof (2017)

“Bu ülkede ya zalim olursun ya mazlum, başka bir seçenek yok”

Balık çiftliği olarak kullandığı arazisine göz diken özel bir şirketle boğuşan bir adamın, ülkesini tamamen saran yozlaşma ve rüşvet karşısında yaşadıklarının hikâyesi.

Senaryosunu yazan Mohammad Rasoulof’un yönetmenliğini ve yapımcılığını da üstlendiği bir İran yapımı. Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde ana ödülü kazanan yapıt, “Rejim karşıtı propaganda” suçu ile hapis cezası alan, belli sürelerle film çekmesi yasaklanan ve pasaportuna el koyulan bir sanatçı olan yönetmenin başının İran yönetimi ile neden sık sık derde girdiğini anlamamızı sağlayacak sert bir eleştiriye sahip. Yozlaşmış bir düzende ayakta kalmanın tek yolunun “oyunu kurallara göre oynamak” olduğu ülkede inatçı bir adamın ne kadar direnebileceğini sert bir öykü ile anlatan film eleştirisini sinemsal bir gerilimle zenginleştirebilmiş olması ile de ilgiyi hak ediyor.

Hikâyenin kahramanı Reza (Reza Akhlaghirad) ile evinde bir karpuza enjektörle bir sıvı zerk ederken tanışıyoruz; işi biten adam başka karpuzların olduğu ve evin tabanında yer alan bir gizli bölmeye saklıyor bu karpuzu daha sonra. Ardından, “camiden gelen” iki kişi Reza’nın evini arıyorlar bu karpuzları bulmak için. Bu açılış sahnesi Reza’nın, aslında tüm İran halkının, rejimin koyduğu yasaklar karşısında yaşadıklarının sadece ilk örneği. Bu sahneden sonra hikâyenin sonuna kadar sürekli olarak yeni bir yozlaşma örneğini karşımıza getiriyor Rasoulof; ülkenin tüm kurumlarını ve toplumun tüm bireylerini derinden etkileyen bir çöküşün resmini çiziyor ve rejimin kendisine uyguladığı eziyeti sonuna kadar “hak ettiğini” gösteriyor. Ülkemizde Japon balığı olarak bilinen türden balıkları evinin önündeki havuzda yetiştiren bir adam olan Reza, bir kız okulunun müdürü olan eşi Hadis (Soudabeh Beizaee) ve küçük oğlu ile yaşamaktadır. Görünürdeki mutlu hayatları, bankaya olan borçları ve adamı balık çiftliğinin bulunduğu araziyi kendilerine satmaya zorlayan güçlü bir özel şirketin tehdidi altındadır. Havuzu besleyen suyun kesilmesi nedeni ile balıkların bir kısmının ölmesi ile başlayan sorunlar Reza’nın; bankadan polise, belediyeden yargıya ve sigortacılıktan adlî tabipliğe ve özel şirketlere, mücadelesi süresince ilişki kurduğu tüm kurumlardaki rüşvet ağını ve kayırmalarla boğuşmasını anlatırken; demokrasinin, adaletin ve eşitliğin olmadığı hayli karanlık bir İran gösteriyor seyirciye. Oldukça karamsar ve karanlık bu hikâye, adamın gittikçe tükenen direnişi ve finali ile daha da kararıyor ve bizi umutsuzluğun yanına getirip terk ediyor. Rasoulof’un bu kötümserliğinde kuşkusuz ki kişisel tecrübelerinin ve rejimin kendisine yaptıklarının önemli bir payı var ve bugünlerde İran’da yaşanan ve “doğru şekilde örtünmeyen” bir genç kadının devletin karakolunda hayatını kaybetmesi ile tetiklenen olayların da gösterdiği gibi hak vermemek mümkün değil yönetmene.

Filmin İran’daki gayrimüslimlerin yaşadıklarını da (mezarlık ve okulda yaşananlar gibi) hikâyenin parçası yapması -anlatılanların doğru ve vahim olması bir yana- ve ülkede yaşanan sorunların tümüne birden birden el atma çabasına girişmesi ne kadar doğru bir tercih olmuş, tartışmaya açık; çünkü zaten yeterince karanlık bir film bu ve öykünün odağını da (normalleşen yozlaşma) dağıtıyor bir parça. Kaldı ki o sorunlar kendi başlarına ayrı öykülerin teması olacak kadar güçlü ve önemli. Yine de bunun aslında film adına önemli bir sorun oluşturmadığını, sadece senaryonun karamsarlığının bazı seyirciler için “fazla” olmasına yol açabileceğini söylemekte yarar var. Rüşvetle işlerini halletmeye direnen Reza’ya, “Hayat herkese (dürüst olmayan eylemlerde bulunmayı) öğretir; kimine hızlı kimine yavaş, kimi çok öğrenir kimi az” diyor karakterlerden biri ve bu tür sözleri sürekli duyduğumuz hikâye umudu hep erişilmez bir yerde tutuyor adam için.

Elbette kesinlikle gösterilmeyen cinselliğin iki ayrı sahnede ve tamamen edepli bir şekilde ima edilmesi bile İran sineması için oldukça cüretkâr açıkçası ve herhalde devletin sansür mekanizmasının başında oturanlar hiç hoşlanmamışlardır bu karelerden; ama elbette rejim için asıl sorun kendisine yönelik eleştiriler. Reza’nın adeta meditasyon yaptığı küçük mağaradaki sıcak su kaynağı içindeki etkileyici sahneler onun için bir nefes alma fırsatı gibi görünse de, geçidir bu anlar ve mekânın masalsı/gizemli görünümü de sanki sadece bir hayalmiş havası veriyor gördüğümüze. Reza’nın üniversite günlerindeki “kahramanlığı” zorunlu olarak geride kalmış olsa da, onun en azından kendi küçük hayatında kişisel onurunu, gururunu ve dürüstlüğünü korumak için gösterdiği insanüstü çaba ve inatçılığın sürdürülebilirliği ve adamın bu konudaki inadının kırılıp kırılmayacağı üzerinden çekici bir gerilim de yaratıyor hikâye ve toplumu tüm bireyleri ile birlikte suçluyor net bir şekilde. Bozuk bir düzende sessiz kalmanın da bir noktadan sonra işe yaramayacağını ve düzenin kişiyi ya zalim ya da mazlum olmaya mahkûm edeceğini anlayan Reza’nın hemen her zaman öfkeli, yılgın ve hep birtakım duyguların bastırıldığını hissettiren yüzünü, içindeki fırtınalarla birlikte çok iyi yansıtan Reza Akhlaghirad da bu gerilimin önemli yaratıcılarından biri oluyor.

Senaryonun ardı ardına yolsuzluk örneklerini sıralaması nedeni ile zaman zaman bir tekrar havasına düşen film, nihilist olarak tanımlanabilecek seçimleri ile seyirciyi, özellikle de umut hikâyesi seyretmek isteyenleri zorlayabilir; bu bağlamda bakınca Reza karakterinin finalde keşfettiği gerçek daha da sert bir darbe vurabilir o seyircilere. Görüntü yönetmeni Ashkan Ashkani’nin başta Reza olmak üzere karakterlerin içinde bulunduğu baskıcı ortamı oldukça sade seçimlerle ve güçlü bir biçimde yansıttığı film yaratıcısının öfkesinin -çoğunlukla- olumlu bir şekilde yansıdığı önemli bir yapıt olarak, görülmeyi hak ediyor.

(“A Man of Integrity” – “İnatçı Bir Adam”)

Sheytan Vojud Nadarad – Mohammad Rasoulof (2020)

“Dua et ki buraya düşmüşsün. Buraya gelmeden önceki yerde, önünde ağlamazsan çavuş izin kağıdını imzalamazdı. Günde otuz iki tuvalet temizliyordum. Niye mi? Adam tipimi beğenmediği için… Burası İran, kanun manun geçmez burada. Kanunun yerini para ve adam kayırma almış. Sana “sehpayı adamın altından çek” derler, sen de çekersin. Yoksa en iyi arkadaşın sehpayı senin altından çekmek zorunda kalır”

Otoriter bir rejimdeki idam cezası uygulaması üzerinden anlatılan, bir seçebilme özgürlüğü hikâyesi.

Mohammad Rasoulof’un senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir İran ve Almanya ortak yapımı. İran rejimi ile başı derde giren, birkaç kez film çekmesi yasaklanan, pasaportuna el konulan ve filmleri aracılığı ile rejim aleyhtarı propaganda yapmaktan bir yıl hapis cezasına çarptırılan Rasoulof’un bu şimdilik son filmi Berlin’de Altın Ayı’yı kazanmıştı. Dört farklı hikâye aracılığı ile konusuna eğiliyor yönetmen ve “Şeytan Yoktur” derken, insanın kötülüğü ile kendisinin “şeytan” olduğunu söylüyor. İdam cezasını uygulananlar değil, uygulayan ya da uygulamaya zorlanan karakterler üzerinden anlatan filmin hikâyelerinin tümü aynı güçte değil ve ilkinin yarattığı şoktan sonra diğerleri ister istemez bir parça geride kalıyor gibi görünse de tüm bu öyküler bir bütünü oluşturan parçalar aslında ve modern dünyada idam cezasının akılalmaz bir şekilde hâlâ varolabilmesinin ve bu uygulamanın bir parçası olanların yaşadığı travmaların tüm bir toplumu nasıl esir alabileceğinin çarpıcı bir resmini meydana getiriyorlar. Her hikâyenin -aynı vurucu güce sahip olmasa da- bir sürprize sahip olması ile iki buçuk saate varan süresine rağmen seyircinin ilgisinin hep diri kalmasını sağlayan Rasoulof sorumlu bir sinemacı olarak bizi acı bir gerçekle yüzleştiriyor ve açıkçası utanmamızı da bekliyor insanın sorumlu olduğu tüm şeytanlıklar için. Mutlaka görülmesi gerekli bir çağdaş yapıt bu kesinlikle.

Filmin özellikle son üç hikâyesinde daha belirgin olan bir sorusu var: Otoriter rejimlerde “hayır” diyebilme özgürlüğünü ne kadar kullanabilir insan ve bu özgürlüğü kullanmanın bedelini ne kadar kaldırabilir? Vazgeçeceklerimiz ve vazgeçmek zorunda bırakılacaklarımızın yaratacağı travmalar ile tüm değerlerimize aykırı bir zorlamaya boyun eğmenin neden olacağı travmalar arasında seçim yapabilir miyiz? Bu ve benzeri soruları İran sinemasının yalın, insana ve ona ait olana önem veren, sinemanın insanların öykülerini dürüstlükle anlatmakla sorumlu olduğuna inanan biçim ve içeriğine bağlı kalarak anlatıyor film. Karakterler ve yaşadıkları gerçek, film onları gerçekliklerine dışarıdan bir şey katmadan ve o gerçeklikten bir şey de eksiltmeden, olduğu gibi anlatıyor. Sinemanın teknik oyunlarına, gösterişli gürültüsüne ve göz boyayan tüm oyunlarına uzak duruyor film ve bizi kendisi ile, daha doğrusu kendimiz ile baş başa bırakıyor.

Çekimleri izin alınmadan gerçekleştirilen ve yönetmene göre “eylemlerinden sorumlu olmak”la ilgili olan filmin adını aldığı ilk hikâyesinde orta yaşlı bir adamı izliyoruz. Hikâye onun işten çıkışı ile başlıyor ve bir sonraki gün işe gitmesine kadar geçen ve anlaşılan sıradan olan bir gününü anlatıyor. Önce eşini işinden, çocuğunu okuldan alıyor; sonra bir markette alışverişe gidiliyor ve ardından adamın yaşlı olan annesi ziyaret edilip ihtiyaçları karşılanıyor ve son olarak da küçük kızlarını mutlu etmek için pizzacıya gidiliyor. Arada adamı yaşadığı apartmanın kazan dairesinde gizlendiği yerde sıkışan bir kediyi kurtarırken ve eşi ile birlikte bankaya giderken de seyrediyoruz ve tekrar iş yerine döndüğünde geçen birkaç dakika dışında tüm hikâye bununla sınırlı; sabırsız ve eylem meraklısı bir seyirciyi filmden kolaylıkla uzaklaştırabilecek bir tercih bu ve diğer üç hikâyedekinin aksine en azından bir olay örgüsü barındırmaması bu tercihi daha da pekiştiriyor: Ne var ki sonra tüm o sıradan görüntünün içinden öyle bir final çıkarılıyor ki karşımıza , deyim yerindeyse şok geçirmemek elde değil. İnsana dair hiçbir şeyin bizi şaşırtmaması gerektiğine pek çok örnek sayesinde artık hepimiz ikna olmuş durumdayız belki ama Mohammad Rasoulof işte tam da bu noktadan vuruyor bizi; şaşırmamız, sorgulamamız ve itiraz etmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Kolay unutulamayacak finali ile sadece bu hikâye bile tek başına yeterli bir neden filmi görmek için. Yönetmen arada baş karakterini sabit bakışlar ile yakalayıp bize de gösteriyor ve ne kadar içselleştirilirse içselleştirilsin, bazı eylemlerin insanın doğasına bir şekilde hep aykırı kalacağını söylüyor sanki. Şok edici sonun karşısında bunu bir umut olarak görmeli belki de, kim bilir.

“Yapabilirsin Dedi” adını taşıyan ikinci hikâyede bir hapishanede idam cezası infazlarından sorumlu bir askerin yaşadığı korkunç travmadan kurtulma çabasını izliyoruz. Kız arkadaşı aracılığı ile yetki sahibi birilerine ulaşarak kendisini bu görevden aldırmaya çalışmaktadır; çünkü daha önce hiç kimseyi öldürmemiştir ve bunu yapması mümkün değildir. Koğuş arkadaşları ona basit bir gerçeği hatırlatıp dururlar: Bu bir emirdir ve yapmak zorundadır, idam kararını veren kendileri değildir, emre karşı gelirse elde edeceği tek şey askerliğinin uzaması olacaktır ve askerliğini bitirmeden herhangi bir “şey” olması mümkün değildir. Anlatılan bir “hayır deme”, bir başka şekilde ifade edersek “hayır deme özgürlüğü”nden yoksun olma hikâyesidir ve genç askerin içine düştüğü çıkışsızlık otoriter rejimlerde bireylerin yaşadıklarının bir sembolü gibidir. Onun bulduğu çözümün gerçekçiliği değil önemli olan; film bu genç karakter üzerinden bir “Hayır!” deme ve gerekirse bunun bedelini ödeme çağrısı yapıyor çünkü. Tıpkı bu hikâyede kullanılan “Bella Ciao” şarkısı (Milva’nın eşsiz yorumu eşlik ediyor iç burkan bir sahneye) gibi bir direniş öyküsü çünkü seyrettiğimiz. On dokuzuncu yüzyılda İtalya’daki pirinç tarlalarındaki korkunç çalışma koşullarına isyan edenlerin türküsü olarak ortaya çıkan ama İkinci Dünya savaşı sırasında Nazilere direnen İtalyan partizanların kendilerine uyarlamasından sonra antifaşizmin sembolüne dönüşen bu melodinin seçimi önemli. Şarkının kullanılan orijinal versiyonunda Milva’nın ağzından “gençliği yitip gidenler ve yine de bir gün özgürlük içinde çalışmayı umut edenler” anlatılıyor; buradaki umutsuz kaçış denemesi de işte bu umudu ve paylaşıldıkça gerçekleşme olasılığı artan hayalleri yitirmemeyi anlatıyor çünkü.

Üçüncü öykü “Doğum Günü” adını taşıyor. Kız arkadaşına sürpriz yaparak onun doğum gününe katılabilmek için üç gün izin alan bir askerin geldiği evde karşılaştıklarını ve ortaya çıkan gerçeklerin bir aşkın sorgulanmasına neden olmasını anlatıyor bu bölüm. Bu hikâyenin kahramanı bir bakıma ikincidekinin antitezi. Orada umutsuzca da olsa yüksek sesle söylenen “Hayır” burada “Evet”e dönüşüyor ve vicdan azabının üzerine bir birliktelik kurulup kurulamayacağını sorguluyor ve sorgulatıyor film. Siyasetle ilgilenmeyen (“Siyasî tipleri sevmem. Onlardan iyi arkadaş olmaz. Güvenilmez onlara”), kanunlara ve emirlere itaat dışında bir seçenek olduğuna inanmayan genç adamın, sevdiği kıza gösterdiği dürüstlük ve yaptığı itiraf bir yandan onun vicdanlı biri olduğunu gösterirken, diğer yandan otoriter rejimlerde apolitik bir duruşun aslında tam da politik olarak tanımlanması gereken bir tutum olduğunun kanıtı oluyor. Bir kutlama beklentisinin bir trajedinin engeline takıldığı hikâyenin son sahnesinin gerekliliği tartışmalı; çünkü anlatılanın bir sona ihtiyacı yok açıkçası. Önemli olan, sıradan insanların yapmak zorunda bırakıldıkları seçimleri ile içine düştükleri durumlar ve yaşamaya mecbur bırakıldıklarının ruhlarında açtığı yaralar bu filmde. Dolayısı ile buradaki iki baş karakterin kendileri değil, temsilcileri olduğu nesil önemli; bu nesle ait olan bireyler de farklı seçimer yapabilir ve bu da onların farklı sonlar yaşamasına neden olabilir.

Son bölümün adı “Öp Beni”. Almanya’dan gelen genç bir kızı havaalanında bekleyen bir çiftin görüntüsü ile başlıyor film. Tıp okumaya başlayan kız adamın yeğenidir ve kısa bir tatil için İran’a onların yanına gelmiştir. Aslında doktor olan ama arıcılık yapan adamın mesleğini neden icra etmediği, araba kullandığı halde neden ehliyetinin olmadığı ve hep üzerine sinmiş olan tedirginliğin ve hüznün nedeninin ne olduğu onunla kız arasındaki ilişkinin mahiyeti ile birlikte hikâye ilerledikçe ortaya çıkıyor. Bu hikâyede de yine bir “hayır” seçimi yapan insanın yaşadıklarını getiriyor karşımıza Rasoulof. Adamın kız ile tartıştığı ”bir canlıyı öldürmek” veya “bir canlıyı öldürmeye mecbur tutulmak” meselesi Batı’nın liberal dünyasının kolaycı ve yargılayıcı bakışının bir eleştirisini de içeriyor. Kızın, havaalanına iner inmez başını örtmek zorunda kalmasını nasıl karşıladığını soran kadına “hoşuma gitti” sözüne kadının verdiği cevap ilginç bu bağlamda: “Mecbur değilsen, hoşuna gider tabii”. İdam cezasının toplumda nesiller süren yaralara yol açtığını da hatırlatan bu bölüm ilk üç öykünün anlattıklarından çok da farklı şeyler söylemediği için olsa gerek, hak ettiği kadar sıkı bir kapanış sağlayamıyor filme ama yine de kendi içinde belli bir etkileyiciliğe sahip.

Uluslararası Af Örgütü’nün 2019 için derlediği bilgilere göre, verisini “devlet sırrı” gerekçesi ile açıklamayan Çin hariç bırakıldığında, 20 farklı ülkede 657 kişi devlet tarafından infaz edilmiş. Birinci sırada 251 idamla İran yer alıyor bu listede. Bu infazların genellikle zorunlu askerliğini yapan gençlere yaptırıldığı biliniyor ve Rasoulof işte bu önemli insanlık suçunu dört ayrı öykü ile taşıyor sinemaya. Her biri tek başına bir kısa / orta metrajlı film tadında olan bu öyküler zaman zaman bir tekrar havası vermiyor değil açıkçası; ama insanları bir ahlâk sorusu ile baş başa bırakan filmin değerini azaltan bir durum değil bu. Rasoulof’un -neyse ki sayısı oldukça sınırlı olan sahnelerde- bir didaktik anlayışı da var ama filmin hep canlı olan ritmi, gerçekliğinden hiç kuşku duymayacağınız onlarca karakteri ve İran sinemasının kalburüstü tüm filmlerine özgü o samimiyeti ile çok önemli bir yapıt olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu.

(“There Is No Evil” -“Şeytan Yoktur”)